Monday, June 01, 2009

Şampiyon BEŞİKTAŞ...


Beşiktaş'lıyız Beşiktaş'lı..
Anlayamaz kimse bu aşkı...
Bekçisiyiz Kopsa Kıyamet..
SİYAH - BEYAZ bize emanet..
Totem yapmıştım, şampiyonluk ilan edilene dek, bu konuda yazmayacaktım, işte en sonunda dileklerim oldu, 2009 Türkiye Kupasını kazanan, 2008-09 Türkiye Ligi Şampiyonu olan Beşiktaş'ımı canı gönülden tebrik ediyorum.
Cumartesi günü Pınar'ın Doğum günü için hazırlanırken, tvde Beşiktaş çarşısında maç izlemek için toplanan kalabalığı görünce, kendimi Beşiktaş çarşı içerisinde buluverdim, Denizli hepimizi korkutuyordu ki, daha önce bir çok takımın elinden şampiyonluğu almıştı. Gücü tabiki -şükürki- Beşiktaş'a yetişemedi. Son haftaya kadar heyecanın sürdüğü ligde son haftaki maçını da alarak Beşiktaş, şampiyon oldu. Bence ligin bu kadar heyecanlı ve hareketli sürmesi çok daha keyifli. Bir Sivaslı olarak, Beşiktaş ve Sivas ın elele şampiyonlar ligine gidecek olmasından çok memnunum. Çok kısa bir süre içerisinde Anadolu takımlarının da şampiyon çıkartacağına eminim, o yüzden umarım gerekli alt yapı bir an önce sağlanır, takımlar ve oyuncular, dünyanın en büyük endüstrisine sahip futbol oyunu içerisinde daha da gelişir.
Mustafa Denizli'siyle, Bobo'suyla, Delgrado'su, Yusuf'uyla, İbrahim Toraman'ı ve Üzülmeziyle, Çarşısıyla, genci yaşlısı tüm taraftarlarıyla Beşiktaş'ım sen çok yaşaaa, canım feda olsun sanaa...
Şampiyonluk bizim, kupa bizim... Şimdi tadını çıkarma zamanı...

Thursday, May 21, 2009

Senden Öğrendim

Gittin, kanadı kırık kuştum
Sustum, sözlerine küstüm
Hani kırılırsın siyaha
Nöbet nöbet geceler boyunca,
Dün güne dize gelince,
Yürek acılara doyunca,
O tez dönüsün gec olunca,
Kendime tahammülü öğrendim..
Kördüm, bilendim, seni unutmayı öğrendim..
Sen yoktun ben yalnız kalmayı öğrendim,
Acıya duvar gibi durmayı ögrendim,
Kaybolmuş bir dilin sözcükleri gibi,
Köksüz, bağsız durmayı öğrendim..
Vazgectiysen hep sağnak yağışlarımdan,
Vazgectiysen bitmek bilmez kışlarımdan,
Korkma kimseye ödenecek borcum yok,
Yok saymayı ben senden öğrendim..

Wednesday, May 06, 2009

Melekler & Şeytanlar / Angels & Demons


Melekler & Şeytanlar Dan Brown'un Da Vinci'nin Şifresinden önceki kitabıydı. 2006 yılında (tarihi yanlış hatırlıyor olabilirim) o kadar meşhur olmuştu ki bu kitaplar, ben elime alıpta okuyamayınca kendime kızmıştım, beni neden sarmıyor diye. Sonra Da Vinci'nin filmini de izledik ve neden okuyamadığımı o zaman anladım. Beni sarmamıştı.. Binleri peşinden götürmüş olabilir ama ben okuyamamıştım işte.
Kitabını okuyamadığımdan Melekler ve Şeytanlar filminin fragmanı ilgimi çekmişti aslında, izlemeye değer bir film olduğunu düşündüm ve Warner Bros'un bu film için özel gösterimdeki davetine katıldım. Film ABD'de de Türkiye ile birlikte 15 Mayıs'ta vizyona girecek, bu kadar hayranı olan bir filmi, bize önceden izlettiği için Warner Bros'a ayrıca teşekkür ederim.
Filmde; Papa'nın ölümünden sonra yerine seçilecek 4 papa adayını ve Cern labaratuarlarında hazırlanan patlayıcı maddeyi kaçırıp, papaları öldüren bir örgütü yakalama ve Vatikan havaya uçmadan önce, patlayıcı maddeyi bulup, Roma'yı kurtarmaya çalışan bir macerayı seyrettik.
Film vasattı bence tahmin edilebilirdi, sadece bir kaç yerde şaşırdım. En iyisi susayım, yoksa çok daha fazlasını kaçırıcam ağzımdan, ben susayım, siz izleyin, sonra yine konuşalım... Yukarıda da dediğim gibi, film 15 Mayıs'ta sinemalarda...

Thursday, April 30, 2009

Kelebeğin Tasarımları...


Şu Facebook çılgınlığı büyüdükçe büyüyor, networking özelliğinin yanında eski arkadaşlarınızı bulmak, neler yaptıklarından haberdar olmak bence en büyük nimeti. Çünkü okul bitmiş, aradan yıllar geçmiş, herkes kendini işine gücüne kaptırmışken, kimin nerde nasıl olduğunu bilmek bence gerçekten gerekli.
İşte böyle Özlemcim'le tekrar karşılaşmamız. Kendisi benim üniversiteden arkadaşım. Çalışma gayesine kapıldığımızdan birbirimizden uzaklaşmış olsakta, tekrar facebookta buluştuk ve tasarımlarından o zaman haberim oldu.
Evet resimde gördüğünüz tüm bu şahane şeyleri kendisi yapıyor, çantalar, kolyeler, taçlar, taraklar, şallar.. Bayıldım bayıldım. Özlemcim, hayal dünyasının zenginliği ile, elindeki bir çok malzemeden her biri ayrı sanat eseri olan resimdeki ürünleri yaratıp şimdi bunları isteyenlere satmaya başladı. Ben nasıl emek verildiğini bildiğimden kullanmaya kıyamıyorum ama her gören bayılıp sitesini ziyarete başlıyor.
Anneler Gününün yaklaştığı şu günlerde orjinal bir hediye arıyorsanız size kelebeğimizin tasarımlarını önerebilirim. Buradan ulaşabilirsiniz.
Anneme benden sıra gelmez diyorsanız, hem annenize hem kendinize sipariş verin diyorum, sonra başkasında görür, üzülürsünüz..

Wednesday, April 22, 2009

Bu blog bugün Metehan'ın.


Bugün 23 Nisan. Atamızın tüm dünya çocuklarına armağan ettiği bu bayramda bende koltuğuma bir afacan oturtmak istedim, Cankız Hanım yardımlarıyla Tohum Otizm Vakfından Sevgili Metehan'ın resmini ulaştırdı, bana da sadece yayınlamak kaldı...
12 yaşındaki Metehan'a çok teşekkür ediyorum.
Tohum Otizm Vakfı ile ilgili ayrıntılı bilgi almak için tıklayınız.

Monday, April 20, 2009

23 Nisan için yazar aranıyor!


Benim minik yeğenim Ece'cim henüz 3 yaşında olduğu için; bu blogu 23 Nisan'da devralacak çocuk arıyorum.. Kalemimi bir günlüğüne kendisine vereceğim.

Bekliyorum...

Tuesday, April 14, 2009

Günler geçiyor, sen ne dersen de..

Bir gün hiç tanımadığınız birinden tam 14 gündür yazmadığınıza dair bir mesaj gelirse, sadece arkadaşlarınızın değil, başkalarının da sizi okuduğunu düşünerek, ayaklarınızın yerden kesileceğini biliyor musunuz?
Ya da pazarlama konusunda destek olmaya çalıştığınız birinin, yazdığınız bir yazıyı sorgulayıp, o kişinin siz olup olmadığınızı merak ettiğini söylemesine ne kadar şaşırabileceğinizi?
Arkadaşlarınız dışında tanımadığınız kişilerin sizi tıklayanlara ulaşmak için sizin blogunuzda yer almak istemelerinin ne kadar keyifli olduğunu?
Bu keyif verenler listesi çok uzayabilir ve beni en iyi bir yerde blogu olupta yazanlar anlayabilir…
Hadi onu da geçtim, geçen sene binbir ısrar kıyamet aday olduğum Blog Ödüllerine, bu sene de aday oldum. Ey okuyucu, eğer sen de beni ödüllendirmek istersen şu adresten bana oy verebilirsin.Banane ya seni neden ödüllendiricem dersen de peki, sen bilirsin..
http://2009.blogodulleri.com/
http://2009.blogodulleri.com/kategori/6

Evet uzun zamandır yazmıyorum ya peki neler yapıyorum?

İşle ilgili stres olmaya devam ediyorum ama kendi kendimi de terapi edebiliyorum artık.

Bizim Hatice Kuantum işine dalmış, ben korkuyorum dedim, zaten zihnim doldu artık aralardan taşıyor, bir de onunla ilgilenirsem tamamen uçarım ben, kimse tutamaz. Hem artık kişisel gelişim kitaplarından sıkıldım yahu, hepimiz her konuda ne kadar uzmanız değil mi? Bu yok Kuantum, yok Secret, yok bilmemne.. Bunun hepsinin hikayesi aynı değil mi? Kendinize dönün, kendinize.. Şems’in Allah’I ararken, kendisinde bulması gibi, hadi bakalım, kalbimizi dinliyor ve aklımızla hareket ediyoruz. Biiir, ikiii, üüüç.

Bedük’ün Aşka Gel şarkısını ilk emreyaziyor.com da duymuştum. Sevgili Emrenin maceralarını dinlerken yani okurken, arkada çalan şarkı beni o kadar içine aldıki, çalışırken, spor yaparken falan acayip gaza getiriyor beni, aş kendini, aşka geel.. dım dım dımm.. Tavsiye ediyorum. Bedük’ü tanıyalı çok zaman olmadı ama adamın Automatic şarkısının kolbastıyı canlandırdığı düşünülürse, gelecek zamanda adını çok daha fazla duyacağımız kesin. Bu arada geçen gün Kolbastıyı ilk defa canlı izledim, bence bu bir danstan çok bir animasyon. Birbirlerini itiyorlar, yatıyor, kalkıyorlar, çok ilginç valla. Ben de yapsam, formumu korurmuyum?
Tam bu yazıyı yazıp, Emre'ye köprü vermeye çalışırken fark ettim ki, emreyazıyor.com Cornetto'nun sitesi olmuş, yani kandırıldık, Emre gerçekten aşkını itiraf edemeyen biri değil, Cornetto'nun hayal kahramanıymış, reklamda bu şarkıyı duyunca anlamalıydım, ne kadar safım yahu...

Elif Şafak yeni dönemin yükselen yazarlarından medyada çok haber olduğundan mıdır nedir, kendisinden pek hoşlanmıyordum ama öncelikle Bilge’s Diary’de gördüğüm kitabının Mevlana dan bahsettiğini görünce hemen edindim. Aşk, çok güzel bir kitap, şimdi başlarındayım, nefesimi tuttum, okuyorum.

Sinemaya bu aralar Warner Bros davetlisi olarak gidebiliyorum. Mesela en son izlediğim Pembe Panter 2 kafanızı dağıtmak için gidilmesi gereken filmlerden biri. Şimdi birlikte izlediğimiz arkadaşlar Clint Eastwood'lu Gran Torino’dan, Will Smith'li Seven Pounds’dan, Brad Pitt'li Benjamin Button’dan (ki onu ben kendim izlemiştim, sizlerle izleyemedik) bahsetmeden, Pembe Panter mi dedin diye bana kızmasınlar lütfen. Onları ben yazana kadar zamanları geçti, ama ben yazmamış olsam da herkes izlemiştir diye düşünüyorum. Ayrıca sizsiz film izlemek zor gelmeye başladı, sinemaya gittiğimde Duygu Hanım’ın bizi güleryüzlü karşılama ve uğurlamasını görmeyeceksem, sizlerle film üzerinde konuşamayacaksam, ne anladım ben o filmden di mi ama..

O değilde koskoca Film Festivali geldi geçiyor, hala bir filme gidipte izleyemedim, bir tezimiz vardı, Babylon’da ilginç bir isim alıp, ben bile sahneye çıksam, tüm mekan dolar, film festivalinde kamera bir yerde unutulup, çekim yapılmış olsa, ona bile billet bulunamaz diye, gerçekten öyle kardeşim sanata ne kadar destek veren bir toplumuz hepimiz, herkes film festivalinde mi, ya da gidenler neden benim çevremde değil ve ben neden billet bulamıyorum? O şahane filmler gişedeyken neden kimse izlemez, izleyenler neden beğenmez de, şimdi billet bulunamaz? Hım, hım? Bu bilet mevzusuna çok fena taktım.

Yaratıcı Yazarlık kurslarının neden hepsi Avrupa Yakasında, Gebze de çalışıp, Anadolu Yakasında yaşayan biri olarak ben istemezmiyim bir akşamım bu keyifli atölye de geçsin, ben istemezmiyim yazdıklarımı biri düzeltsin, zihnimdeki kurgularım değerlendirilsin, fikir söylensin. Ama neden yok, neden, neden?

2 hafta once Beşiktaş – Kayserispor maçındaydım. Aman Aman İnönü stadına gitmeyi ne kadar çok özlemişim yahu, o atmosfer, karşıdan Çarşıyı yani Kapalıyı izlemek, marşlara eşlik etmek, küfür edenlere hala dehşetle bakmak o kadar keyifliydi ki, ben seviyorum bu Beşiktaş kokusunu. Bu hafta da Beşiktaş-Bursaspor maçındayım, beklerim…

Bahar geldi, ben baharın geldiğini en çok kenarlarda köşelerde Mine’ler açınca anlarım. O masmavi, turuncu çiçekcikleri görünce derim ki haydi Mine, derin bir nefes al ve bu hayatın tadını çıkar. İyi baharlar olsun hepinize.
Mine’leri sakın koparmayın, koparınca çiçekleri hemen düşüyor bu arada.

Resim… NAR
Yani siz anladınız zaten nar olduğunu ama ne alaka demeyin, artık her yerde çok meşhur oldu, gsm operatörlerinin kampanyalarında, kafe isimlerinde, PR ajanslarında.. Bende böyle el çantam gibi karmakarışık bir yazıyı tek başlık altında yazınca nar resmi eklemek istedim. Yani siz sandınız bir konu, bir okudunuz bin konu…

Mine Çiçeği mi koysaydım resme, ay karar veremedim….

Friday, March 27, 2009

FMK Hareketini Destekliyorum!

Ya da ben de FMK oynuyorum desem daha mı doğruydu.. :) Fikir Atölyesi Tunç Kılınç'ın başlattığı ve giderek daha büyük çevrelere yayılan Faili Meçhul Kıyak Hareketi karşılıksız iyilik yapmaya dayanıyor. İçeriği ne olursa olsun yaptığınız iyiliğin kenarına bu kartı iliştiriyorsunuz ve insanların kocaman gülümsemeli tepkilerini uzaktan izliyorsunuz, bu o kadar keyifli ki, bir gün ben de kart iliştirilmiş bir şey bulacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum.
Evet evet, tıpkı Amelie ya da Pay it Forward filmlerindeki gibi, ama bu seferki daha büyük bir zincir.
Aslında çoğu zaman aldığımız gazete ya da dergileri havaalanında veya bir cafe de bırakıyoruz ya da her köşede 3 lira olan şemsiyeleri alıp, başkasının kullanması için bir kenara sıkıştırıyoruz, işte bu kez, bizden sonra onu kullanacak kişiye Faili Meçhul bir Kıyak yapıyoruz ve bıraktığımız her neyse ona bu kartı da iliştiriyoruz. Sonra daa birini gülümsetebilmenin pahabiçilemez değerini hissediyoruz.
İşte bir kaç FMK örneği;
* Köprü gişesinde arkadaki arabanın parasını vermek ve hızla uzaklaşmak. Gişe görevlisinden kartı arkadaki arabanın şöförüne vermesini rica ediyoruz.
* Bazı alışveriş merkezlerinde ve sinemalarda masaj koltukları olur. Bu masaj koltukları 1 TL’lik (değişebiliyor) bozuk paralar ile çalışıyor. Ben de, insanlar kullanabilsin diye 5 adet 1 TL’yi makinanın yanına koyup paraların altlarına kartlardan birini yerleştirdim.
* Vapur iskelesinde veya metroda turnikelerden birinin üstüne karta ataçlanmış bir jeton bırakmak.
* Ziraat Bankası şubesinde (bilirsiniz, günün her saati içerisi kalabalık olur) kendime sıra numarası için bilet alırken bir yerine iki bilet aldım! Yaklaşık 45 dakikalık bir sıra bu. Sıranın bana yaklaştığı dakikalarda aldığım ikinci bileti karta ataçlayıp, kimse görmeden makinenin üzerine bıraktım.
* Pazar günü Kandil olduğu için kandil simidi alıp, komşularımın kartıda üstüne iliştirerek kapılarına bıraktım. Sonrasında spora gittim, döndüğümde bir kutu pasta kapımın önünde üzerinde de FMK kartı vardı.
* Ofisten birçok kişiyle Ankara’dan İstanbul’a iş için gideceğiz. Aynı otelde kalacağız. Netten oteli de gösteren krokiyi indirdim. Print aldım ve herkesin masasına bu kart ile bıraktım :)
gibi gibi.. Kalanı sizin yaratıcılığınıza kalmış.
Şimdi bu oyunu bizimle oynamak isteyenler kartları buradan indirip, yaşadıklarını hem benim yorumlarıma hem de isterlerse buraya yazabilirler. Benim çantamda her an için kullanıma hazır 15 kart bekliyor mesela, nerede gerekeceği belli mi olur.
FMK basında da bir çok köşede yer buldu, Haberturk ve Milliyet Gazeteleri, Yüksel Aytuğ'un Sabah Günaydındaki köşesi, Beyaz Show..
Takipteyiz tabi, yaşasın FMK..

Thursday, March 19, 2009

NTV Tarih 'Bugünü anlamak için'

Yayıncılığın en sevdiğim mahsulü dergilerdir. Atmaya kıyamadığımdan evde kendiliğinden bir kolon oluşturmuş olan dergilerimin çoğu ya yaptığım haberlerin yayınlandığı sayılar (yani çok eskiler) ya da mutlaka lazım olacak bir bilgiyi sakladıklarım. Uzun yıllar bu işi sürdürseydim heralde şimdi evde üzerlerinden atlıyor olurduk.
Beni bu konuda en çok heycanlandıran şeylerden biride aslında dergilerin ilk sayıları. Daha az reklam aldıklarından mıdır, daha özenli yaptıklarından mıdır bilmiyorum ama dergilerin ilk sayılarına bayılırım. Buna rağmen reklamveren tarafında hadi bakalım, derginiz bir çıksında görelim, ona göre bir sonraki yayın için karar veririz, diyenlerdenim utanarak itiraf ediyorum.

Bu yazıyı da Ntv Tarih'in ilk sayısıyla tekrar yazmaya karar verdim zaten. Ama ben yazana kadar ikinci sayısı bile eski kalmak üzere. Ntv daha önce Popüler Tarih dergisi yapmıştı ve bize tarihi sevdirerek anlattığından çok severek okumuştuk. Daha sonra bu hırçın piyasaya dayanamayıp kaldırılmıştı dergi. Şimdi tekrar bizlerle, tüm NTV yayınlarında olduğu gibi bu dergide de okuyacak çok şey var.
NTV Bilim dergisini de tekrar çıkardı. Tübitak üzerine tartışmaların arttığı bu günlerde farklı bir Bilim Dergisi okumak isterseniz tabiki NTV Bilim'i öneririm.

Severek başladığım konuya tatsız durumlarla devam edeceğim aslında, malesefki krizin hepimizi vurduğu şu dönemde bir çok yayın da kapandı. İcon gibi, Rolling Stone gibi.. Living.etc yayınına bir yıl ara verdi. Yılların Tempo'su ayda bir çıkmaya karar verdi. (Tempo'nun bu kararını kutluyorum, dolu dolu bir dergi yapmışlardı Şubat ayında, artık haberin daha anlık döndüğü bir dönemde haftalık haberlerin bir anlamı kalmadı tabiki, Tempo'yu destekliyorum, o durgun döneminin ardından bizlerde tekrar satınalma eğilimi yarattığı için tebrik ediyorum) Yani 2009 medyaya hiç gitmedi. Artık Marketing Türkiye, National Geographic ve iş sebebiyle tüm dekorasyon dergilerinden sonra Tempo ile NTVTarih'te takiplerimin arasında olacak.

Öte yandan Fatih Altaylı ve ekibi Sabah'tan ayrıldıktan sonraki suskunluğuna ara verip, Türkiyenin en farklı gazetesi diye duyurdukları HaberTurk'u çıkarttılar. HaberTurk'un gelişine başta çok sevindik, çünkü her yeni yayın, arkadaşlarımıza yeni bir iş kapısıydı aslında ama gazeteyi elimize almak bende tam bir hayal kırıklığı yarattı. Ekonomi, Spor ana gazetenin dışındaydı herşeyden önce. Hadi magazinin ayrı olmasına alışmıştık da, koskoca bir sayfa havadurumunun anlamı neydi? Büyük kabul edilen diğer gazetelerin ikisiyle aynı başlıklar atmaya başlayınca HaberTurk'un farklı sadece boyutu ve tamamının renkli olmasıyla sınırlı kaldı. HaberTurk bu haliyle yaşamını sürdürür ama bir müddet sonra masraflarını kısmaya başlarlar, önce o gereksiz ekler gazetenin içine girer, sonra sayfaları biraz daha incelir, belki bir müddet sonra renkleri de kaybolur.

Gittiği her yerdeki anlamadığı sektörel yayınları okuyan, bir gün basılı bir yerde yazılarının yayınlanacağını hayal eden ben, bu konuyla ilgili yazacaklarımı sonlandırıp, yine dergilerimin arasına gömülüyorum...

Tuesday, March 10, 2009

Mustafa Sarıgül is Twitter'da...


29 Mart yerel seçimlerinin yaklaştığı,-ki hiç anlamadığım şey şu, mahalli seçimler bu kadar baskın mıydı önceki yıllarda da, sanki iktidar değişecek- parti başkanlarının çığırtkanlık yaptığı, seçim otobüsü gibi ilkel bir pazarlama aracının hala sokak sokak dolaştığı, birbirine karışmış parti bayraklarının güzel gökyüzünü görmemizi engelleyip, çevremize çöplüğe döndürdüğü, şu günlerde, bir belediye başkan adayı ya da muhtarınız her biri altın değerindeki bu oyları nasıl toplar? Neden kendisini seçtirir? Karşısındakini nasıl ikna eder?
Medyadaki sokak ağzı tartışmaları hepimiz izledik, izlemeye de devam ediyoruz, bir şekilde telefonlarımızdan, kapılarımıza bırakılan broşürlerden ya da afişlerden kimlerin aday olduğunu da görüyoruz, peki kararlarımızı ne etkiliyor?
Yani belediye başkanının şu gün, şu saatte, şu tvdeyim demesi, sadece beni mi ıykkkk yine mi mesaj geldii düşüncesine sokuyor, yoksa sizlerde bu durumdan muzdarip misiniz?
Evet artık mecralar değişiyor, eskiden sadece afişlerle billboardlarla tanıdığımız adaylar, şimdi ekranlarımızda, cep telefonlarımızda hatta bilgisayarlarımızda. Bugün gazete de okuduğum Mustafa Sarıgül'ün tüm iletişim sitelerinde çok aktif olduğu haberine inanmayıp, herkes tarafından kullanılan facebookta değilde, twitter da arattım kendisini.. Ve evet, üyeydi, ayrıca gittiği mahallleleri yazacak kadar da aktif. Hatta yurttaşlarımla buluştum cümleleri çok da komiğime gitti.Tabi kendisi mi yazıyor, yazdırıyor mu - bence yazdırması çok mantıklı- bilmiyorum ama doğru bir çalışma olduğunu düşündüm. Bu arada uzun zamandır twitter'a bakamayan ben, Kemal Kılıçdaroğlu'nun da bana follow gönderdiğini gördüm...
Açıkçası bu durumu hem akıllıca buldum, hem de çok komik :) Düşünsenize listenizde Mustafa Sarıgül var ve anlık blog sistemiyle not düşmüş, Mustafa Sarıgül is sleeping.. Herhalde böyle bir şey yazmaz, sonuçta o Şişlinin gece gündüz uyumadan çalışan başkanı.
Sn. Sarıgül'ü şahsen tanıyorum, kendisi ve tabiki ekibi Nişantaşı İnfomuzu yaparken bizlere çok yardımcı oldu, ayrıca Şişli'ye katkıları inanılmaz, başarılı bir yönetim olduğunu düşünüyorum. Makamında görüştüğümüz 15 dakikada bizimle birlikte 15 kişiyle birden görüştüğüne de şahit oldum.
Seçimler hakkında daha çok yazarız, çizeriz de bunu bugün paylaşmadan edemedim...
Resim: Nişantaşı showroomumuzun açılışında başkanın bizimle paylaştığı çiçekler, çok manidar değil mi, Sarıgüller :)

Tuesday, February 24, 2009

Dağ başını duman almış...


Fonda Susam Sokağında çalan, Dağdan gelir bir kız done dönee, Döne dönee gelir bir kız dağdan, şarkısıyla yola koyulduğum, ilk kez gittiğim ve ilk kez kayağı denediğim Uludağ’da uzun zaman sonra gerçekten herşeyden 3 gün boyunca uzaklaştım. Cuma sabahı daha otele varır varmaz çantalarımızı atıp, telesiyejle zirveye çıktık, arkadaşlığın ne demek olduğunu orda bir kez daha anladım. Canım arkadaşlarım beni tek başıma bırakmayarak, hatta kendi kayak zevklerinden fedakarlık ederek, düştüğüm yerde, hemen anında – ki yaklaşık 1.000 kez düştüm- kaldırdılar, gözleriyle takip ederek, komutlarıyla yardımcı oldular, sayelerinde kaymanın ne kadar zevkli olduğunu öğrendim. Aslında burada tam zirvede tanıştığımız yine düştüğüm yerlerden birinde beni kaldıran Erzurum’da İl Spor Müdürlüğünde çalışan ve 25 yıldır Kayak Federasyonunda hakemlik yapan Mustafa Hoca’nın yardımlarını imkan yok unutamam. İlk gün sabah bir kere zar zor inebildim aşağıya, hatta pistin çeyreğini yürüyerek indim ama öğleden sonra Mustafa Hocanın da yardımlarıyla 3 kere tipiye rağmen hiç yürümeden inmeyi başardım. Kar sapanını anlamam zaman aldı, beni de bilirsiniz kontrolün kendimde olduğunu bilmezsem, durur kalırım gidemem, o yüzden durmayı öğrenmek çok ama çok önemliydi, ben ise bunu bir günde anca kavrayabildim. İkinci gün ise sabahtan yine yuvarlanarak başladığım güne, 2 tur Mustafa Hoca takviyesiyle artık ayakta durabilir ve ayaklarını kontrol edebilir hale gelmiştim. Sadece bir yerde çok fena düştüm ki popomda hala izleri var.. Ama iki gün sonunda artık kaymayı çok sever ve yaptığımdan zevk alır hale gelmiştim. Artık can havliyle değil, keyifle ayakta durabiliyordum :) Üçüncü gün ise Slalom yaparak -bu böyle mi yazılıyor, salınım bu kelimeden mi geliyor (çağrışım, çağrışım)- , düştüğümde tek başıma kalkarak, artık kayabiliyordum. Yaklaşık 15 kere cook kalabalık olan pistlerde boyumu gösterdim. Uludağ’I bilenler için söylüyorum kaydığım pist tahmin edersiniz ki Cennet’ti. Bir de bunun Cehennemi varki, üzerinden telesiyejle geçerken bile ürkütücü görünüyordu. Otellere gelince birbirinin çok benzeri otellerle dolu olan Uludağ 1. bölge de biz Kar Otel’de kaldık. DTM tarafından işletilen ve müdürü ile tanıştığımız Kar Otel’in keyifli ve samimi bir otel söylemeliyim. Aynı zamanda otelde Cuma ve Cumartesi akşamları canlı müzik de var.
Unutmadan bir de snowboard yapanlar vardı ki, kesinlikle onunla da kaymak çok eğlenceli olmalı. Bu işi biraz ilerletirsem snowboardu da deneyeceğim. Alışveriş zamanı, güzel bir kar pantalonu ve kayak gözlüğü almalıyım. Şimdi en kısa zamanda tekrar kayak pisti olan, Kartepe, Kartalkaya, Uludağ ya da Palandöken'den birine gitmek istiyoruuum…

Wednesday, February 18, 2009

Turkcell, 3G işi için Weiden+Kennedy ile anlaşmış!

Yıllardır çalıştıkları Alametifarika’ da bu çalışmada onlara destek verecekmiş.
Hadi canım…
Yani buradaki ajanslar artık yetmiyor,
Gündemi yakalayamıyor,
Müşterisine cevap veremiyor,
Uluslararası ödüller alan işler yapamıyor,
Trendlerin farkında değil, öyle mi?
Burada yanıt, konkurumuza giren bir ajansla çalışmayı nasıl seçiyorsak bunu da öyle – iyi bir iletişim kurduğumuzdan ve başarılı işlerinden dolayı- seçtik diyorsanız, pek inandırıcı gelmediğini belirtmek isterim.
Hem bu yabancı ajanslar bizi ne kadar tanıyor?
Şimdi bu reklamlar bana mı hitap edecek, tüm global arena da mı yayınlanacak?
R.İvedik’li son reklamıyla o adama artık beni bile güldüren, yürüme bandında durup reklamı izleten Turkcell’in bu kararını tüm reklam çevreleri gibi hoş karşılamadığımı belirtmek isterim.
Tabiki dışarıdan destek alınabilir ama işi buradaki arkadaşlar yapmalı.. Yani Alametifarika W+K ye değil W+K Alametifarika’ya destek vermeli.
Ayrıca bu iş beni cidden korkutuyor, çünkü devamında reklamcı gençlerimizin burada iş alamadığından yurtdışında bir ajansta işe girebilmek için çırpınacaklarını görüyorum..
Havalı olsun diye bir çok markanın işlerini yabancı reklam ajanslarına vereceklerini ve sektörün bu tarz bir çok ilişkiyle dolacağına da eminim. (Sen kimle çalışıyorsuun ben Paris’teki bilmemkimle çalışıyorum şekerim, her hafta toplantıyı onların ofisinde yapıyoruuuz…)
Yerli malı yurdun malı manasında anlaşılsın istemiyorum, tabiki artık bir çok markamız sınırlarımıza sığmaz oldu, ama mümkün olandan daha çok içimizdeki yaratıcılığa destek verelim istiyorum. Hepsi bu...

Tuesday, February 17, 2009

Starbucks Keki


Haftasonu sevgili kardeşime kek yaptım, ama valizini ağzına kadar doldurduğu için yurda götüremediği keki, ertesi gün iş yerine getirince, herkes parmaklarını yedi. Gerçi kardeşim yiyecek diye içine ceviz ve üzüm koymamıştım ama onlarda eklenince çok çok daha güzel olduğunu söylemeliyim. Havuç ekleyecekseniz de mutlaka daha az yağ koyun çünkü havuç kendi yağını da veriyor.

Tek püf noktası mutlaka mikserle çırpmak ve unu elemek.

Afiyet olsun...
Malzemeler;
* 4 yumurta
* 1 Su bardağı süt
* 1 su bardağı yağ
* 1.5 Su bardağı şeker
* 3 Su bardağı un
* 2 paket kabartma tozu, 2 paket vanilya
* 1 Yemek kaşığı tarçın, 1 Yemek kaşığı nescafe
* İsteğe göre ceviz, üzüm, havuç

Tuesday, February 03, 2009

Son Günlerde...

Ruhum yoruldu.. Bu kez kesinlikle yoruldu, hızlı koşan bedenime yetişemez, geri kalır hale geldi...

Son günlerde dünyanın yaşadığı ekonomik kriz, etkilememesi mümkün olmadığı gibi hepimizi etkiledi. Kapitalizmin çöktüğü tarihi günlere şahit oluyoruz derken, aslında kurulan bu düzenin en ufak bir oynamasında başımıza neler geldiğini görerek şaşırıyoruz hala. Ben gerçekten tarihi günlere şahit olduğumuzu düşünüyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık, en büyüğümüzden en eğitimsizimize kadar herkesin tasarruf dolu bir dünyaya doğru gittiğini göreceğiz. Yıllardır küresel ısınma ile doğanın istediği tasarrufu şimdi bizler birazda mecburiyetten yapacağız aslında. Böyle olacağı belliydi zaten, bu kadar global bir dünyada bu kadar uç dengelerin nasıl döndüğüne şaşırıyordum ben, ama bu kadar yakın zamanda patlayacağı da aklıma gelmemişti. Hep beraber göreceğiz bakalım neler olacak?

*****
Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesini okudum. Bir çok kitabına başlamış olduğum halde karışık anlatımından sonuna kadar gidemediğim Orhan Pamuk'un ilk defa bir kitabını bitirdim. Çünkü M.M.; çok Reşat Nurivari bir kitap. Hele benim gibi 70'lerin sonlarında 80'lerin başlarında 20li yaşlarda olmayı istiyorsanız, beğeneceğinizi düşünüyorum. Tüm detaylarını anlatıp aslında müzenin bir rehberi olarak sunulan kitabın bu cümleleri arada kitabın keyfini bozmuyor değil. O yıllarda İstanbul'a ait bir çok ayrıntıyı, benim hiç anlamadığım ve anlayamacağım derecede bir aşkı, Kemal'in gel-gitlerinı, kafa karışıklıklarını paylaşmak isterseniz, kitapla tanışmanızı tavsiye ederim. Bu arada kitabın sonunda Masumiyet Müzesine girebilmek için bir bilet ve bir de müzenin krokisi var.

"Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum... Aslında kimse onu yaşarken hayatının en mutlu anını yaşadığını bilmez. Bazı insanlar kimi çoşkulu anlarında hayatlarının o altın anını 'şimdi' yaşadıklarını içtenlikle (ve sık sık) düşünebilir ya da söyleyebilir belki ama gene de ruhlarının bir yanıyla bu andan daha güzelini daha da mutlu olanını ileride yaşayacaklarına inanırlar..."

*****
Gabriel Garcia Marquez'in şehir tiyatrolarında sergilenen oyunu Kırmızı Pazartesi'yi izledim. Kalabalık bir kadronun iyi bir sunumuyla ortaya çıkan oyunu mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum. Hrand Dink cinayetine benzer bir şekilde -hatta o konuya bağlanan- sonuyla oyunun daha bir kaç sezon daha oynayıp, yeni izleyenlere örnek olmasını dilerim. Oyun içerisinde bir sevişme sahnesi var, tiyatroda anlatılması güç olan bu durumu, hiçbir laubaliye kaçmadan, o kadar güzel anlatmışlar ki, son zamanlarda görsel sanatlarda izlediğim en başarılı kare, bunu da belirtmeden geçemeyeceğim...

*****
Penolope Cruz, Scarlett Johansson ve Javier Bardem'in e daha güzel bir konu etrafında toplanamamışlar mı diye düşündüğüm Barcelona Barcelona yı izledim. Gün geçtikçe erkeklerin daha da iğrenç hallerine maruz kaldığım/ız bu günlerde bu ne şimdii. Adam eski karısıyla ve yeni sevgilisiyle aynı evde yaşıyor ve kadınlarda bunu kabul ediyor.. Benim ruhum mu Masumiyet Müzesinin yaşandığı yıllarda, o kadar geride kaldı, yoksa hayat gerçekten gün geçtikçe daha da mı karmaşıklaşıyor anlamıyorum. Ama özellikle erkeklerin kendileri dahil herşeyi kördüğüm etmek için özel bir çaba sarfettikleri açık.

Wednesday, January 14, 2009

Avustralya


Beyoğlunda Emek sineması gerçekten hiç ısınmıyor mu? Tamam büyük salon, tarihi bina gibi bir çok sebepten ısıtamıyo olabilirler ama orada film izleyenlere yazık değil mi? Maksimumda üşüdüm, maksimumdaa. Dizlerim, dirseklerim, tüm eklemlerim dondu, buz tuttu, eve döndüğümde yorgan,kalorifer, termofor bilumum ısıtıcılarla kendimi kurtarmaya çalıştım, hastalanıp yatağa düşmedim ama, hala üşüyorum desem, yeridir yani...
Filme dönecek olursam, tamam sabırsızlıkla bekliyorsunuz ama hangi şartlar altında izlediğimi anlatmadan bu konuya geçemezdim :) Nicole Kidman'ı zaten çok beğenirim, filmde aborijinlerden aşka, westernden savaşa kadar geniş bir yelpazede anlatıldığından gerçekten sizi sarıyor. Bir çok öğeye dokunduğundan izlemenizi tavsiye edeceğim filmler arasında.

Friday, January 02, 2009

Şehir Tiyatroları...


Yakın zamanda ardarda iki oyun izledim. Özel tiyatroları şehir tiyatrosu kadar sevmeyen, yoğunluktan şehir tiyatrolarına zor bilet bulan biri olaraktan, sahnenin karşısında aldığım keyfi anlatamam... Yazmaya vakit olmadı ama tavsiye etmem gerekiyordu, yazmadan duramadım. Bunlardan ilki Anton Çehov'un Vişne Bahçesi. Zaten ne kadar klasik bir oyun olduğunu belirtmeme gerek yok heralde, ben Çehov deyince, siz anladınız sanıyorum. Kostümler, anlatılan hikaye çok keyifliydi. Belki Sosyalist Rusya dağılmadan izleseydik bu oyunu bazı replikler daha yerinde olabilirdi ama yine de ben çok beğendim.
Diğer oyun ise Haldun Taner'de izlediğimiz, Bernarda Alba'nın Evi idi. Bu oyun çok daha feminen, 8 kadının oynadığı bir oyun. Kocasını kaybeden Bernarda'nın ve kızlarının hikayesi. Toplum baskısını, töreyi anlatan, kısaca bizden bir oyun. Bazı replikler var ki acayip etkili, internet yardımıyla bulduğum bunları sizle paylaşmak istiyorum.

La PONCİA: Bu kadar çok mu seviyorsun bu adamı?
ADELA: Hem de çok. Gözerine baktıkça kanı ağır ağır içime işliyor.
*******
ANGUSTİAS: Mutlu olmam gerekiyor ama değilim.
BERNARDA: Aynı şey.

Wednesday, December 31, 2008

Friday, December 26, 2008

Yes Man / Bay Evet


Perşembe akşamı Warner Bros’un davetlisi olarak özel bir gösterimle Jim Carrey’in 16 Ocakta Türkiye’de vizyona girecek olan filmi Yes Man’I izledik. Uzun zamandır izlediğim güzel komedi filmlerinden biriydi, tam Jim Carrey’lik bir film olan Yes Man de herşeye hayır diyen Carl’ın katıldığı bir Evet demeyi öğrenmek semineriyle hayatının değişmesi, her şeye “Yess” demesi ve akabinde başına gelen komik olaylar anlatılıyor. 104 dakika eğlenceli dakikalar geçirmek için, hayır derken bazen nasıl fırsatları kaçırdığımızı görmek için gidilmesi, izlenmesi gereken bir film. Aynı zamanda çok da etkileyici.
Bu arada siz de dikkat edin bakalım, Jim Carrey biraz yaşlanmış mı ne? :)

Monday, December 22, 2008

Body of lies/Yalanlar Üstüne

Güzel ve gerçekçi bir film..
Terörü uzaktan izlerken buluyorsunuz kendinizi, CIA in üssünde Ortadoğu'yu nasıl kontrol altında tuttuğunu görüyorsunuz, bir yerde onlara da teknolojinin yetmediğini, cep telefonlarının nasıl dinlendiğini, terörü kontrol edenlerinde sebep olup yarattığı olayları ve aşkın heryerde olduğunu...
Amerika'nın göründüğü tek sahneler, Russel Crowe'un telefonda konuştuğu sahneler, bunun dışında tüm film OrtaDoğu'da geçiyor, güzel Adana'mızın İncirlik'i bile var filmde.
Yazılacak çok şey varken film hakkında aslında hiç bir şey yok, terörün daha hangi boyutlara geleceğini hep birlikte göreceğiz, film sadece ufak bir kesit, bir CIA ajanının hayatının ufak bir kısmı...

Wednesday, December 10, 2008

30'a 3 kaldı...

Daha önce doğumgünlerimde bloguma hep şarkılarla not düşmüşüm. Sevgili arkadaşlarım da çok güzel yorumlarla süslemişler yazılarımı, ve blogumun yanlış zamanından dolayı hep postlarım 9 Aralık'ta yayınlanmışOysa benim doğum günüm 10 Aralık :) yani bugün...

Aslında belli bir süre sonra yıllar geçsede değişen pek bir şey olmuyor insanın yaşamında. Sadece bazen biraz daha fazla büyüyorsunuz, tıpkı bu yıl gibi. Hayat bana bu yıl tüm yüzünü gösterdi. Bu kızı biraz daha büyüttü ve değirmenlerde öğüttü. Üzücü hatta yıkıcı boyutta kayıplar verdi, güzel başlangıçlar sundu sonra, umutlarımı aldı, gözyaşları akıttırdı uzun uzun, büyük başarılara ve tarihe imza attırdı, özlemle başa çıkmayı öğretti ardından, güçlenmeyi gösterdi, bazen tepkisiz kalmayı, evetleri gösterdi, hayır diyebilmeyi kimi zaman...
Biliyorum gelecek yıllarda bundan çok farklı olmayacak, öğrendim bazı günlere çok büyük anlamlar yüklememek gerektiğini.. Gözyaşlarım akarken, gülmekten katılabilmeyi öğrendim...
Şimdi hayatı daha az sorguluyor, daha çok gelişine vuruyorum... Farklı tatlar deniyorum, kalamar yiyor, kabak tatlısına bayılıyorum, eskiden tutkunu olduklarımı bırakıyor, vazgeçebiliyorum bir çok şeyden, değişik kararlar alıyor, farklı yollarda yürüyorum, tad aldığım anları aklıma kazıyorum, ruhumu doyuruyor, kurallarımı hiçe sayıyorum, planlar yapıyor sonra yaptığım planların tam tersini uyguluyorum. Değişik ortamlarda değişik müzikler dinliyorum, ritmlere ayak uyduruyorum, daha çok film izliyor, herkesi dikkatle dinliyorum. Daha az ağlıyor, daha çok gülümsüyor, yine yeri geldi mi kahkahayı basıyorum. Keyifli zamanların tadını başka zamanları düşünmeden çıkartıyorum...
Ve evet, şimdide bekliyorum, bakalım bu seneme hangi anlamlar damgasını vuracak...

Saturday, December 06, 2008

Arog! Arog! Arog!

Cem Yılmaz'ın yeni filmi Arog. Ne kadar ilk güne bilet bulamayız diye düşünsekte, uzun zamandır gitmediğim Rexx'den bilet bulduk. Mısırlarımızı aldık ve herkes gibi biz de pür dikkat bekledik filmin başlamasını...
Film kurgu, prodüksiyon ve yayın açısından gerçekten müthişti. Bence Türk Sinemasında bir devrim. Anlık espriler konusunda uzman olan Cem Yılmaz, yine güldürdü tabiki ama öyle katıla katıla güldüm de diyemem. Bir kaç yerde gerçekten gülerken filmin genelinde sadece gülümsedim. Hatta bazı esprileri Recep İvedik gibi bulup sadece dudağımı kıvırdım bile diyebilirim.
Film; Komutan Logar'ın zaman makinasıyla 1 milyon yıl öncesine gönderdiği Arif'in o dönemden kurtulup, tekrar günümüze dönme çabalarını anlatıyor.
Herkes filme gelirken o kadar kurulmuşki, Cem yılmaz dururken bile katıla katıla gülüyorlardı. Gora'yı izleyen 4 milyon küsür kişinin beklentisi koşulsuz gülmekti sanki. Bence CMYLMZ esprilerinin hepsini yapmamıştı da, bir kısmını saklamıştı. Yani bunu bilinçli yapmış gibi hissettim. Filmin içerisine yerleşmiş reklamlar vardı ve bunlar hiç rahatsız etmiyordu.. En sondaki futbol sahnesi de biraz uzundu... Cem yılmaz da beni en çok rahatsız eden şey küfürdür aslında ve bu filmde hiç öyle takıldığm bir yanı olmadı.
Film tabiki gişe rekorları kıracak, pazarlama malzemeleri tabiki hepimizin evine, hayatına girecek, bunlara şüphe yok. popüler kültür de bu demek değil mi zaten...
Hatta ben bu kadar hayatımıza girecek olmasına şikayet eder oldum da, yaptığın işe bak, sanki bundan çok kopuk bişi yapıyosun diye uyarılınca sustum :)O yüzden Adidas'ın bu film için ürettiği ve vitrinlerini süslettiği ayakkabı konularına girmiyorum...
Hadi bakalım, herkese şimdiden iyi seyirler...

Friday, December 05, 2008

Anlamazdın...

sevilirken bilmedin mi
ben söylerken gülmedin mi
falımızda hasret var
ayrılık var, demedim mi?

anlamazdın anlamazdın...
kadere de inanmazdın.
hani sen acı veren,
kalpsizlerden olamazdın?

dilerim ki mutlu ol sevgilim,
ben olmasam bile hayat gülsün sana
günahım boynunda,
ağlayan bir çift göz bıraktın arkanda...

kalbim bomboş kaldı sanma,
acılar geçer zamanla.
aşka tövbe demem ben,
görürsün sevince yeniden...

Ayla Dikmen/Anlamazdın

Thursday, November 20, 2008

Bekarlara Pazarlama

Marketing Türkiye’nin bu haftaki kapak konusu, Pazarlamanın medeni hali. Tüm dünyada ve tabiki bizim ülkemizde bekar ve yalnız yaşayan bireylerde patlama yaşanıyor. Böylelikle bu da herşeyde bireyselleşmeye sebep oluyor. Gün geçtikçe mobilleşen insanlara ulaşmak çok daha kolaylaşırken system birlikte yaşamaktan çok insanların yalnız yaşamasını destekliyor. Eskiden aile yaşamında ailenin ortak karar verdiği bir ürün alınımına, şimdi tek başına karar veriliyor, böylelikle markadan vazgeçmekte daha kolay oluyor. Tabiki tek başına olanlar çok daha fazla tüketiyor, her konuda, yemek, içmek, gezmek, almak, giymek.. vs.
Peki bizim ülkemizde bekarlara pazarlamanın yeri nerede? 30’lu yaşlarda gerçekleşen evlilikler, artan boşanma ve yalnız yaşama oranları, studio daireler, rezidance’lar, loftların artması bizleri ‘geleneksel’liğimizden uzaklaştırıyor mu? Bekarlara hitap eden mobilyalar ve aksesuarlar üreten İkea ise, satışlarında bu tarz bir artış olduğunu vurgulamıyor, biz de daha çok yeni evli ve çocuklu aileler İkea’yı tercih ediyor.
Bu sürekli gelişen kitlenin ben ülkemizde çokta etkili olacağını düşünmüyorum, benim çocuğum olsa ben de ailesi yanında yetişsin isterim -babam duysa o zaman neden hala ayrı eve çıkmak istiyorsun diyecek- ama genelde herkes içinde bulunduğu aile ortamında çocuğunu yetiştirdiğini düşünürsek, gelecekte boşanmış ailelerin çocuklarının yalnız aileler kurduğunu göreceğiz. Bu da pazarlama canavarlarının daha çok tüketim için hoşuna gideceği bir durum olacak, bu kez de bunu pompalayacaklar. Böylece her birimiz için daha çok seçenek imkanı tanınırken, daha çok bencillik ön planda olacak.

Tuesday, November 18, 2008

Best Brands Türkiye

GfK nin mevcut Pazar performansı ve geleceğe yönelik psikolojik çekiciliğinin dikkate alınarak örneklem gruplarıyla 26 kategori bazında yaptığı değerlendirmeyle 2008 Best Brand’ları şu şekilde sıralanıyor;
1. Arçelik
2. Coca Cola
3. Ülker
4. Aygaz
5. Adidas
6. İstikbal
7. Ariel
8. Microsoft
9. Pınar
10. Sony

İlk 3 Marka beni hiç şaşırtmadı. Arçelik’in Türkiye’nin lider markası olduğu açık. Yalnız yapılan saha araştırmaları bana tam da güvenilir gelmiyor, hala yakın olduğunu düşündüğüm bir çalışma malesefki görmedim. Bir çok kişi, özellikle bu GfK başta olmak üzere, araştırma şirketlerine gore aldığından primlerini belki daha doyurucu araştırmalar olması daha iyi olacak.

Monday, November 17, 2008

Spor Yapıyoruz, Haydi bir - iki...


Evvet spora başlayalı bayağı zaman oldu, gerçi sen de hiçte bayağı zaman olmuş gibi bir farklılık yok diyebilirsiniz ama, olacak. Umudum var, bir de diete başlasam kesin spor vücudumda fark yaratacak ama psikolojim henüz diet yapmaya hazır değil :P
Bizim spor salonunda - Aydınoğlu Spor Center - müthiş bir ders var.
Adı Spinnig. Kondisyon bisikletlerinin yarış bisikleti formatıyla 45 dakika, kah yokuş tırmanıyoruz, kah çok hızlı pedal çevirip yokuştan iniyoruz, bir de bunu yaparken omuzlarımızı hareket ettiriyoruz. Çok eğlenceli bir o kadarda yorucu bir ders. Çok uzun zaman sonra ilk defa alnımdan şıpır şıpır ter damladı. İşte yandaki resim de bu aletin resmi. Tabi üzerindeki ben değilim.
Bir de bu hafta yoga dersine girdim. Nefes alış verişlerini düzenleyen, vücuttaki enerjinin yukarılara çıkmasını sağlayan bu derste çok başarılı olduğum söylenemez, beynimin içini kemiren çağrışımlarım dikkatimi nefesime vermemi zorlaştırsada Yoganın çok etkili bir ders olduğunu düşünüyorum. Bu resimdeki benim kemiklerim, x ray da çekilmiş.
Uzun zaman öncesinden kalan Tae-bo derslerine de giriyorum tabiki, o kadaar zevkli ki müzik eşliğinde yumruk tekme sallamak.
Kapalı yüzme havuzunda da özellikle akşamları tek başıma yüzüyorum, öyle kulvarda azimle yüzme gibi bir halim olmadığı için havuzun, sağından soluna, enine boyuna takılıyorum, Allahtan benim gittiğim saatlerde pek kimse olmuyo da, ben çok eğleniyorum.
Fitness ve Sauna deseniz bildiğiniz gibi.
Bu kez ısrarlıyım sporu hayatımdan çıkartmayacağım, sabahları daha bir dinç kalkıyorum, sırt ağrılarım azaldı, e bu kadar faydası varken, bırakmak delilik yani. Herkese tavsiye ediyorum...

Monday, November 10, 2008

Çağan Irmak, Issız Adam ve düşündürdükleri...

Çağan Irmak… Sanırım kendisine, kamerasına, kalemine, kurgusuna, yazısına,sanırım herşeyine aşığım. Hani ilk gençlik yıllarında böyle birini seçersin, fan’ı olursun ve toz kondurmazsın ya, işte aynen öyle seviyorum.
Tüm bunları düşünürken daha fragmanını ilk gördüğüm an gitmeliyim bu filme demiştim. Bunun üzerine bir de olumlu yazıları okuyunca kendimi sinemada buldum zaten. Michel Fugain’in Une Belle Historie sini fonda çalan bir film beni çekmezdi de, kimi çekerdi zaten di mi.
Bu kadar basit bir konu, bu kadar güzel mi anlatılır, bu kadar çok mu etkiler, her seyreden kendinden bir parçayı mutlaka mı bulur ve bir yönetmen izleyicisini bu kadar içine alacağından emin olup, izleyiciye ithaf ederek mi bitirir filmi... Çok güzeldi, çok güzeldi.
Film, işinde başarılı, etrafında sevilen, kalabalıklar içinde yalnız olmayan ama bir o kadar ıssız adamın, aşık olduğu kızdan yalnızlığını kaybetme korkusuyla ayrılmasını anlatıyor. Filmde herkesin mutlaka bir kere duyduğu ya da söylediği; Sen bana göre çok fazlasın, bir gün değerini anlayacak birini bulacaksın ve o gün bana teşekkür edeceksin cümlesini vurguluyor. Adamda aşık kadına ama özgürlüğüne daha fazla. Tıpkı bugün sokağa çıktığınızda karşınıza çıkacak yüzlerce adam gibi. Zaten bence bunların uzun ilişkileri olmamalı, kendileri de üzülmesinler diye. Bu bir kaçış hayattan, sorumluluktan, herşeyden... Aslında şımarıklık. Seksi, güzelliği, sohbeti, keyfi, başka başka kadınlarda arama. Aynısını bir kadında bulsa da görmeme, elindeki kadının diğer özellikleri ne kadar taşıdığı ile ilgilenmeyip, sadece bir sıfat yükleme, bu yüzden bir çok kadınla her sıfatın ayrı ayrı tadını çıkarma, sonsuzluk içinde kaybolma. Halbuki paylaşılan tüm anlar, birlikte bir tarih kurma, ortak bir oyunu inşa etmek, çok zor bu dönem insanı için. Erkek istediği herşeyi bulurken, kadının kendi kendini silikleştirmesi... Buna sebep olanda kadın tabi, çok kolay kabul etmesi, başka hırslar uğruna değerlerini yitirmesi vs.
Filmin sonunda akan gözyaşları pek çok şey için işte. Benimkilerin sebebi, neden kendimi hiç akışa bırakmadığım için mi böyle bir aşk yaşamadım, ben çok mu gelenekselciyim, erkekler hala kadınların peşinden koşmalı diye düşünüyorum, bunda da haksız mıyım içindi. Ertesinde bütün gece yatağımın üzerinde, dizlerim karnımda bu konuya kafa yordum. Neden hayat böyle diye? Oysa aşk dünyanın en güzel şeyi, birine sorumluluk hissetmek, bağlanmak, özlemek... Bunlar olmadan nasıl insani özelliklerimizi koruyacağız ki? Neden kaçıyoruz, nereye kadar kaçıcaz?
Herneyse tekrar filme dönecek olursak, (işte benim gerçeğim, dağınık dikkat, kafa karışıklığı anlarında varolana dönüp, düşünülenleri ertelemek) bu dingin ve çok güzel film, bir kaç gün daha düşünülecek, une belle historie beynimizin fonunda, tüm gün boyunca, sporda, yemekte, uykudan önce ve en önemli toplantıda bile çalmaya devam edecek, müzikleri müthiş, o 45lik denen mekan neredeyse bulunup gidilecek, uzun zamandır uğranmayan Beyoğlu sahaflarında gezilecek, okuması ertelenen Puslu Kıtalar Atlası öne alınacak, Leblon keşfedilecek ve muhtemelen sık gidilenlere eklenecek, çalma listemizde Ayla Dikmen – Anlamazdın, Semiramis Pekkan – Bana yalan söylediler dinlenecek, tarçınlı cevizli kek bir kez de içine havuç konulup denenicek...

Aaa unutmadan, bu ara Haşmet Babaoğlu'nun Sabah’taki köşesinde altyazı bölümüne taktım, oraya takıldığımdan beri, film replikleri de çok hoşuma gidiyo ve daha aklımda kalıyor. Bu filmle ilgili önemli bir kaç altyazı da şunlardı bence;

"sen dizime yattın, ben bir hikaye anlattım ve sen büyüdün"

“Ben sadece ben olmamalıyım şimdi.sanki bana baktığında kendi hayatından bi an yakalamalısın.bi hikaye olmalı.sevdiğin herkes,her şey ,o an ben olmalıyım..”

“Onu gücendirme, sakin bırakma, ömrü hayatinda Ada sana Allah'ın verdigi en büyük hediyedir"

“Karların üstündesin.donmak üzeresin ve tatlı uykuya kapılıyorsun. öldüğünün farkında değilsin.”

"Baktım yağmurlu havada, elimde kitabım bir bardak çay içemiyorum, işte o zaman dedim bu iş hayatı bana göre değil."

'Mustafa' Hakkında Herşey!

Can Dündar’ın yeni belgeseli ‘Mustafa’. Elbette en çok tartışılanı.. %90 I filmi izlememiş bir grup insasnın yorumları, forward mailleri, yazıları, üzerinden sürdürdüğü tartışmaları vs. Halbuki film Atatürk’ün doğumundan ölümüne en insani duygularını anlatıyor. Kahramanlığı, ileri görüşlüğü, modernliği üzerinde duygularını izliyoruz burda. Tedirginliğini, düşüncelerini, naifliğini görüyoruz. Hem Atatürkçülerin, (Bu Atatürkçü lafını hiç sevmem, Atatürk’ün kullanıldığı hissini veren bir kelimedir, ben Kemalist’im derim o yüzden) hem de dincilerin tek bir taraf olup Can Dündar’a yüklenmeleri gerçekten ilginç. Ya da Can Dündar’ın tüm bu insanları buluşturmuş olması ayrı bir kıvanç olsa gerek bence…
Atatürk’ü hazmedememiş, yeterince bilmeyen okumayan, Tek Adam’I duymamış, Sarı Zeybek’I izlememiş, Cumhuriyet’in ilan tarihini sorsan tek seferde cevap veremeyecek insanların tartışmaları… Özellikle Turkcell’in filmin tanıtılmasına 1 gün kala sponsorluktan çekilmesiyle başladı tüm bunlar. Sonunda Can Dündar’ın kendi tanımıyla da linç edilmesine kadar gitti. Yoksa Kemalist düşünceye ait bir beyin değil 120 dakika 120 gün Atatürk’ü kötü olarak dinlese (ki bence film çok güzel, hiç kötüleyen bir yanı yok) etkilenmez, etkilenmemeli. Hepimizin akşamları rahatlamak amacıyla içtiği bir kadeh rakı, hayatını vatan savunmasına adamış ve tüm isteklerini bunun arkasına koymuş, devrimleri düşünmüş, kurgulamış ve uygulamış bir adamı gölgeler mi?
Bizler bile stratejik bir iş yaparken, bir karar alırken saatlerce tek başımıza düşünürken, bu devrimleri yapan bir adam yalnız olmayacakta, kim olacak? Keskin kararlar almak ve onları hiç bilmeyen bir topluluğa uygulamak, kolay değil, hiç kolay değil…

Atatürk’ü tanıyanlar, yani bizler bu filmde kendimize daha yakın bir portre görüyoruz beyaz perdede. İnsana değer veren, onu yücelten bir lider portresi. Kitaplardan anlatılanlardan daha farklı, daha bizden, daha içten…

Can Dündar’ın eline sağlık. Sarı Zeybek’I çok sevmiştim, Mustafa’yı da sevdim.

Filmle ilgili çok güzel bir yazıda işte şurada.

Yeşilçam'ın takibinde...


Bu ara kendimi o ya da bu şekilde sinemada bulurken, tercihimi hep Türk filmlerinden yana yaptım. Bir İtalyan filmi olsada Ferzan Özpetek'in Mükemmel Bir Günü de Türk filmi idi bence. Filmde karısından boşanan adamın bunu hazmedememesi, karısına tecavüz etmeye kalkması ve en sonunda cinnet geçirip, kızını, dünya tatlısı oğlunu ve kendisini öldürmesi anlatılıyor. Ferzan Özpetek'in keyifli anlatımıyla, ismine kanıp, sabun köpüğü sandığımız filmde gerim gerim gerildik..
Vicdan da ise Nurgül Yeşilçay bence Altın Portakal'ı bileğinin hakkı ile almış. Kocasıyla arkadaşının birlikte olduğunu öğrenen kadın, arkadaşıyla eski günleri anarak, ikisini birbirinden uzaklaştırır. Artık birlikte takılan kadınlar adama karşı cephe alırlar, fakat adam karısını kasabadaki bir düğünde öldürür. Bunun üzerine Nurgül'de kasabadan ayrılır, payvona düşer ve onu kurtaracağını söyleyen, başka bir adamla imam nikahlı yaşamaya başlar. Adam elbette evlidir ve günün birinde bunu bırakıp ailesine döner. Hapisten çıkan Murat Han ise gelir ve Nurgül'ü bulur, tekrar birlikte olmak isteyen adamı da Nurgül öldürür. Filmleri izleyip bir de üzerine yorumlar yazınca kendimi Atilla Dorsay gibi hissettim :) Çok anlamadığım ve etkinlikler içerisinde 2 saat bağlı kalma sebebiyle en son tercih ettiğim sinema yoksa beni kendisine mi bağlıyor...

Tuesday, October 28, 2008

Bloglar tehdit altında..

İş yerinde İsviçre hostingi üzerinden bağlandığımdan, bir site İsviçre'de yasaklı değilse çok rahat girebiliyorum. Bu sebepten farkında değildim olayların, ta ki Mine Blogger'a girilmiyor yazamıyorum, senin blogunu okuyamıyorum, aylardır yazdığım yazılara ulaşamıyorum mesajları alana kadar... Sonra bir an durumun ciddi olduğunu anladım.
Meğersem Digiturk'un Lig tv yayınları yapan bloglara karşı açtığı dava sonucunda blogger.com a erişim yasağı gelmiş. Yani özetle pireye kızıp yorgan yakmışlar..
Şimdi siz bu satırları okuduğunuza göre bloglara ulaşılıyor demektir, ama sansür denilen o gereksiz olayın bu kadar içimize girmiş olması bana inanılmaz ve dayanılmaz geliyor, o halde sürekli tehdit altındayız.
Youtube a vtunnelden giren bir gençlik elbet bunu da kırmayı başaracaktır ama neden hala bu ufak hesaplar peşindeyiz hiç anlamıyorum.
Hazımsız yönetimler şimdi nereye saldıracak? Twitter'a mı, facebook'a mı?
Ya da bunlar kapanınca bizler susacak mıyız?
ASLAAA!

http://www.bloghareketgunu.com/imza/bloguma-dokunma/

Devrim Arabaları!


Müthiş bir film izledim cumartesi günü. Uzun zamandır izlediğim en iyi Türk filmlerinden biriydi. Gerek senaryosu, gerek çekim teknikleri beni 60'lı yıllara aldı götürdü. Cemal Paşanın Türk Malı otomobil yapılmasına tepki gösterenlere "Biz aslında devrimi düşüncede yapmalıymışız." cevabı, yapamazsak endişelerine 23 mühendisin lidesi olan Gündüz Bey'in "ya yaparsak.." yanıtı o kadar etkileyici ve o kadar güzeldiki. Atlas Pasajında izlediğimiz seans film oyuncuların halkla birlikte izledikleri ilk gala idi. Yanımda oturan Altan Gördüm, yönetmen Tolga Örnek ve tabiki Taner Birsel ile filmi izlemek çok ama çok keyifliydi. 130 günlük bir süreci anlatan ve 140 günde çekilen filmin İlk yarısı otomobilin teknik detaylarıyla geçtiğinden bana oldukça maskülen gelmişti ama ikinci yarısı o kadar gurur vericiydi ki, fırsatınız olursa mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. İnanmayanlar yüzünden benzin sıkıntısıyla yolda kalan devrim aslında bugün hala yürüyor. Filmin sonunda Selçuk Yöntem'in söylediği en akılda kalanlardan aslında;
"Adı Devrim olan bir arabayı zaten yolda yürütmezlerdi..."

Friday, October 24, 2008

Kördüğüm

Öyle uzakki yerim,
Uzakları aşıyor...
Bütün özlediklerim,
Benden ayrı yaşıyor...

Ya herşeyim ya hiçim
Sorma dünya ne biçim
Bir kördüğümki içim
Çözdükçe dolanıyor...

Thursday, October 23, 2008

Mamma Mia!


İstanbul Gösteri Merkezinde gerçekleşecek Mamma Mia ya bizde gidelim, müzikal severiz biraz kanımız hareketlenir dedik ve o kadar bilet bulunamaz, yok çok gidilemez laflarına kulak asıp, iki gün sonraya biletimizi alıp, metrobüsle Yeşilköy yollarına düştük. Tabi müzikalin Autoshow fuarı ile aynı tarihlerde olması alanın felç olmasına yetmişti.
Mamma Mia benim beklediğimden daha sakin geçti, ben kendimi tutamam, arkamda izleyenlere yazık diye düşünürken, aslında o kadarda hareketli olmayan bir gösteri ile karşılaştım. Tabiki Abba şarkıları mükemmeldi, tabiki oynayanlar, söyleyenler çok başarılıydı ama bir şeyler eksikti sanki. Bir de bu gösteriyi 450 defa izleyenler falan varmış, o kadar izlemeye sanki lüzum yokmuş gibi ama bilemedim :)

Monday, October 13, 2008

Bugünlerde...

Spora başladım. Evet yeniden, içimde yükselen enerjiyi bir yerde harcamam gerekiyordu, hem de yakınımda bu kadar donanımlı bir salon olduğunun farkında değildim. Artık yeniden forma girme zamanı...
Belgin Abla evlendi :) Yekta Abi ile Belgin Ablanın düğününü yaptık geçen hafta. Ben onlar için bir anı defteri yaptım ve oturacakları masayı süsledim. Bakalım beğenecek misiniz? Belgin ablayı çok çok çok seviyorum ve örnek alıyorum, o mutluluğu çok hakediyor, umarım hep çok mutlu olur. Tabi ben yakınlarımın düğün telaşlarında neden hep düzgün fotoğraf çektirmeyi atlıyorum, bu kez de damatla hiç aynı karede değilim yaaaa...
Daha erken yatmaya, hayatımı daha düzene koymaya çalışıyorum, toparlanmaya başladı, başucumdaki kitapları düzenledim, onlar bitene kadar yeni kitap almamaya karar verdim. Yediklerime dikkat ediyorum, sağlığım için gereksiz şeyler yemiyorum...
İhmal ettiklerimin farkındayım, ama bunun sebebi kafamın yoğun olması aslında, sevmediğimden ya da istemediğimden değil, bana alınmayın diyeceğim ama burayı okumadığınızdan onu da anlamayacaksınız;
Duygu&Kağan; size gelemiyorum, çünkü hep kalabalıksınız, ayrıca ben gelmiyor oldum ama aslında size uygun günü bildirseniz, tabiki gelir, keyifle kalırım.
Sibel&Serkan&Selim Sarp; Selim Sarp'ın ikinci yaş günü olmadan gelmeye çalışıcam, çok merak ediyorum bıcırığı, sizleri de çok özledim ama bir türlü gelemedim ya, şimdi de gelmeye utanıyorum sanırım :(
Gülten Teyze; Sana gelemesemde elim hep Evren'in üzerinde. Sen merak etme bile diyeceğim ama bir gün oturup konuşmak gerek.
Yiyorum, içiyorum, geziyorum, hayat ne güzel ya, hayatı seviyorum :)

Monday, September 29, 2008

Marketingist2008


"Pazarlamaya ihtiyacı olan herkes gelecek" sloganıyla duyurulan Marketingist, bu sene tam bir fiyasko idi. 5 yıldan bu yana sürdürülen Pazarlama Araç ve Gereçleri fuarı, duyurulan konuşmacıların olmaması, bazılarının seyirci eksikliğinden iptal edilmesi, fuar alanının gereksiz boşluğu ve belkide adını aldığı Marketing Türkiye'nin artık destek vermemesi sebebiyle, gerçekten anlmasızdı. Fuar ve seminerler, bu sinyalleri geçen sene veriyordu aslında. Aynı konuşmacıların, aynı konuları anlatması, hep katılan aynı firmaların özensiz standları, pazarlamacıları sınıfta bıraktı. Olan yağmur, çamur demeden ta Tüyap'a kadar giden bizlere oldu.Seçilen tarihin hatalı olduğunun farkındaydık zaten ama yine de bizlere ve sektöre faydası oldabileceğini düşünmüştük.

Kısaca pazarlama profesyonelleri bu kez kendi kendini pazarlayamadı...

Wednesday, September 24, 2008

Blogların "Action" Günü


Geçen yıl bilmiyordum, bu yılda bir türlü kayıt olamadım ama "Blog Action Day" diye bir gün var, ve o bu yıl 15 Ekim 2008'de. Bugün kayıtlı tüm bloglar bu yılın konusu olan yoksulluk ile ilgili bir yazı yazacaklar ve isteyenler o günkü kazancını yoksullara bağışlayabilecek. Her zaman diyorum bu blog hareketi ufak bir şey değil ve buradan herkes için daha çok 'action' çıkar.

Monday, September 22, 2008

Komik hikaye


Gelen faturamın içerisinden bir not çıkmıştı, çok uzun süredir aktif olan bir sistemi tanıtıyordu, cep telefonunuza kayıtlı numaralarınızın saklanması hikayesi. Telefonunuz çalındığında ya da suya düştüğünde numaralarınızı kurtarma şansınızın olması. Ne kadar güzel değil mi, tam bunu yapmanın artık vaktidir diye düşünürken, o akşam başıma geleceklerden habersizdim aslında. İftardaki misafirlerimizi ağırlarken bir yandan mutfağı toplamaya çalışıyordum, tezgahın üzerindeki küçük tvnin üstüne bıraktığım cep telefonu çalarken titreyince kendini tezgahtaki kompostonun içinde buldu. Bu arada telefonunun çaldığını duyan ben, aa haralde bana öyle geldi, nasıl olsa yine çalar diyerek telefonu aramaktan vazgeçtim. Komposto tenceresini kaldırmak için gelen annemin aaa bu da ne diyerek vişnelerin arasında telefonu görmesiyle suyu açıp altına tutması bir oldu, şimdi kurumaya bıraktığım telefonum ve gecici kullandığım başka bir telefonum var. Zaten yenilemek istediğim telefonumu neyle değiştirmem gerektiğini hiç bilmiyorum. Iphone u mu beklemeliyim, ama ben çok özellikli bir şey istemiyorum ki, şirket dolayısıyla blackberry de kullanıyorum. Şahsi kullanım için en rahat ve fonksiyonel önerilerinizi bekliyorum...

Tuesday, September 16, 2008

İBB Trafik


İstanbul'un trafiği gün geçtikçe çekilmez bir hal alıyor. Ben ise cok uzun zamandır cep telefonuma yüklediğim belediyenin Trafik sistemini kullanıyorum. Şöyleki cebinizde ayrı bir menü olarak gözüken sisteme giriyorsunuz, burda trafik kameraları, yoğunluk haritası, seyahat süresi ve yardım seçenekleri var. Trafik kameralarından bu EDS ve MOBESE kameralarının yer aldığı yerlerden bulunduğunuz yerin trafiğini görebilirsiniz. 3 dakikada bir güncellenen resimlerden oluşan bu kameraların gösterdiği yol ile gideceğiniz istikamette aşağı yukarı ne kadar sürede varacağınızı da tahmin edebilirsiniz.
Ben en çok yoğunluk haritasını kullanıyorum. Burada kırmızı gözükenler tıkalı yol demek, yeşil yerler ise açık. Buradan gitmek istediğiniz yolun durumunu görebilir, en azından gideceğiniz yere geç kalıcam bilgisi bile verebilirsiniz.
Yardım menüsünü ise hiç kullanmadım. Seyahat süresi bölümünü de hiç çalıştıramadım. Belki çalışsaydı o da başarılı olabilirdi ama bilmediğimden yorum yapamıcam :)
Bu sistem trafiği kaldırmıyor tabi ama en azından trafikte sinirlerinizi biraz daha yatıştırabiliyor, diyosunuz ki, bu yolun dolu olduğunu biliyordum. Peki boş yol var mı? Sanırım kalmadı...

Sunday, August 31, 2008

Ayvalık ve iki film, bir konser...


İşte mühtiş bir kadın ya. kim inanır 62 yaşında olduğuna. Birbirinden güzel yepyeni şarkıları olan Aynen öle ve Flu gibiden sonra bir de Vitrin i söyledi ki, tüm bekar ve yalnız olduğu anlaşılan kızlar hep bir ağızdan bağırmaya başladı.
"kendimi sakladım görmeyiii bileeeeenleeereeeee, vitrinime değillll iklimimeeee gelenleereeeee..."
az slow söyleyip, eski yeni tüm şarkılarıyla orayı dolduran herkesin kanını kaynatan, aç karnına 2 saat oynadığımız bir 2 saat için de hazır olduğumuz bu konserin bir de sürprizi vardı kiii, Kenan Doğulu gelmiş, Ajda ile önce Yağmur Öncesi gibi de düet söylediler ki, harika.
Bir de Kenan'ın rüzgarını dinledik ikisinden. Kuruçeşme arenanın o güzel manzarası, Ajdanın müthiş performansı ile birleşinceee, yazın en güzel konserlerinden birini geçirmiş olduk.
*******
Çok uzun zaman sonra evde oturunca hadi film izleyelim dedik Mügeyle ve iki tane birbirinden güzel film izledik. Biri buram buram aşk kokan P.S: I Love You, ki İrlandalı adamların ne kadar yakışıklı olduğu bir kez daha kanıtlanmış oldu. Beyin tümöründen ölen kocasının yazdığı mektuplarla hayatını toparlayan bir kadının hayatını anlatan bu güzel aşk hikayesini bence tüm kadınlar izlemeli.
İzlediğimiz diğer film ise Persepolis idi. Film İran devrimini yaşayan bir kızın hayatını anlatıyor. Ailesinden bir çok kişiyi devlete karşı geldiklerinden kaybeden kızın ahlak polislerine, yeni rejime ve yaşananlara bakış açısını anlatan film de bizim de son günlerde yasaklanan içkilerimize sokakta gördüklerimize o kadar benzer ki, laikliğimiz için gittikçe daha çok endişe ettiğimiz şu günlerde bence ulusal kanallarda yayınlanması gereken bir film.
***********
Aşağıda göreceğiniz Yunanistan gezisinden sonra Ayvalık hasretiyle daha fazla yanıp tutuşmaya dayanamayıp kendimi Cuma akşamı otobüse attım ve evet cumartesi sabahı bizim koyda denizdeydim. Bütün gün şezlongda uyudum, dinlendim, yüzdüm, pazar sabahı da yüzdüm öyle geldim ki, insan iki günde bu kadar mı yenilenir ya, Ayvalık böyle bir yer işte :)

Sunday, August 17, 2008

Atina


Gemi gezimizin son durağı Atina olduğundan bizim için Atina da inmek, bir yandan da tatilimizin sonunun geldiğinin göstergesiydi. Atina da tura katılmayıp, kendimiz gezmeyi tercih ettik ve metroyla direk Monastrakiye gittik. Akropol bu durağa çok yakın. Tam yürüyerek yukarı çıkacaktık ki, oradaki açık treni bulduk. 6 €luk bu tren 5 saat boyunca istediğiniz kadar binmelikti, bizde mavi akbil muamelesi yapıp, onunla önce akropole çıktık.
Turistlerin Efes e nasıl hayran kaldıklarını şimdi daha çok anlıyorum. Atinanın en büyük simgesi Akropol bizim Efes'imizin 1/3 ü kadardı. İlk olimpiyat stadı, ilk anfitiyatro etkileyiciydi ama dediğim gibi ben orayı beğenen tüm turistleri Türkiye'ye davet ettim.
Yunanistanda en çok dikkatimi çeken şey ise ölüleri için yaptıkları idi. Özellikle trafik kazalarında ölenlerin öldükleri yerde yol kenarına resimde de göreceğiniz gibi bir küçük kilisecik yapmışlar, içerisine ise zeytinyağında mum koymuşlar, her ölüm yıldönümünde o mumu yakarak, ölülerini anıyorlarmış.
Trenimizle şehir turu yaptıktan sonra Yunan Beyoğlu'su Plaka'ya gittik. Beyoğlu gibi değil de daha çok turistik hediyelik eşyaların satıldığı bir yer diyeyim. Orada bizim dönerimizi Gyros adıyla yedik ve dolaştık. Sonra tekrar metro ile Pire limanına gemimize geldik.
Böylece keşifle, keyifle, eğlence ve neşeyle geçen bir haftamızda bitmiş oldu.

SanTorini


Adanın yarısından fazlasının deprem sebebiyle sular altında kalmasından dolayı yoğun kayalıklardan gemi sahiline yanaşamayınca Santorini'ye botlar ile çıkmak zorunda kaldık. Gemimizin düzenlediği Oia ve Fira köyü gezilerine katılmaya karar vermiştik ki, iyiki katılmışız, başka türlü Santorini'yi gezemezdik. Gerçi bu 50 €luk tur sadece ulaşımımıza yaradı ya, neyse.
Santorini volkanik bir ada ve volkanların buradaki hareketi hala sürmekte. Turun ilk durağı Oia köyü o meşhur Santorini manzarasının çekildiği yer. Kaldera bölgesi olarak anılan yer, gerçekten görülmeye değer. Daha sonra Fİra uçurumuna geldik ki burada limana inebilmek için ya teleferiğe, ya eşşeğe binmek ya da eşşeklerin indiği merdivenlerden yürümek gerekiyor. Biz basamaklı yolu tercih ettik ve eşşeklerle yanyana inerken, eşşekler bir yandan da çıkarken, o koku içerisinde yürümek oldukça keyifliydi :)
Santorini için söylenen bir laf varmış ki gezince doğruluğunu daha çok anladık.
"Santorini'de sudan çok şarap, evden çok şapel ve insandan çok eşşek vardır."

Adanın manzarası gerçekten paha biçilemez, fakat abartıldığı kadar değil.
Akşamüstü tekrar botlar ile gemimize döndükten sonra gemimizden Santorini de güneş batışını izledik. Santorini o taraçalı volkanik arazileri ve masmavi şapelleri ile anlarımızdaki yerini aldı.

Girit


"Hakkında yazılan onca şeye rağmen görülecek çok şeyi yok." demişti rehberimiz Girit için. Gerçekten de öyleydi. Küçük, sakin bir kasaba olan Girit bence Ayvalık'ım gibiydi. Gemiden indiğimizdan hemen limandan başlayan 7€ luk 35 dakika süren Girit Turu biraz da bu sözün haklılığını gösteriyordu. Varolan tek tarihi yerleri Knossos Sarayını görmek yerine plajı tercih edince bizler; Girit bizim için müthiş mezeleriyle, süper cafelerin olduğu yer olarak kaldı. Adanın hemen yakınındaki Aya Nikola gölünün güzel manzarası, mavi bayraklı plajları güzel deniziyle Girit, turumuzun en sessiz adasıydı.

Rodos


Rodos, Rodos, Rodos. En güzel adanın Mikanos olduğunu söyleyenler halt etmişler ve daha henüz Rodos u görmemişler. Daha limanından başlayan o tarih, kentin tüm alanlarında nasıl kokuyor size anlatamam. Oniki adanın başkenti olan, Antik Yunan'a, Osmanlılara ve İtalyanlara ev sahipliği yapan, Katolik dininin koruyucuları Şovalyeleri yıllarca yaşatan Rodos'a hayran olmamak mümkün değil.
Gemimizin düzenlediği 50 €luk tur ile ilk olarak Lindos da başladı Rodos turumuz. Lindos; Antik Yunan akropolü ile kalan ve daha sonra şovalyelere kale olan, adanın diğer ucundaki antik bir kent. En tepesine tırmanmak biraz zor olsada tepede izleyeceğiniz manzara için çıkılmaya değer. Lİndos^'un tepeden izlenen o koyları kesinlikle koy koy gezeceğiniz bir tekne gezisi için ideal. Turizmin aşırı geliştiği adanın merkezinde sur içinde kalan yerde Osmanlı'dan kalma Süleymaniye Cami ve şövalyelerin kilisesi yanyana.Şövalyeler sokağında ise hangi ülkeden geldilerse ayrıca toplandıkları yerler yine bu eski Rodos içerisinde.
Öğleden sonramızı da plaja ayırdıkki, çok doğru bir karar vermişiz, Elli Plajı çakıl taşlarından oluşan kumsalı, masmavi deniziyle o kadar şahaneydi ki zorla çıktık sudan.
Rodos'un eski şehrini tekrar gezdikten sonra Mandraki limanındaki 3 değirmeni gördük ve gemilerin demirlediği liman kenarındaki kum plajda da bol bol yüzdük. Türk-Yunan ayrımının Osmanlı da nasıl birleştiğini en güzel anlatan ada olan Rodos'u bir daha daha uzun tatil ize tekrar ziyaret edeceğim.

Patnos


Bu sempatik Yunan Köyü en sevdiğim filmlerden biri olan 'yüzbaşı Corelli'nin Mandoli' filminin çekildiği yere çok benziyordu. Kendimi Penelope Cruz gibi hissettim, Hatişte Nicolas Cage di sanki :)1.40 € dan bindiğimiz otobüslerle adanın en yüksek yeri olan Saint John Manastırına çıktık. Tipik katolik kiliselerine benzeyen bu manastırda freskler deki ihtişam görülmeye değerdi. Daha sonra Manastırın yer aldığı Hora tepesinden geminin bulunduğu Skala limanına 4.5 km lik bir patika yoldan yürüyerek indik. İnerken sonradan kiliseye çevrilen Apocalipt (adı böyleydi sanırım tam hatırlayamadım) mağarasını gezdikten sonra Cafe ve hediyelik eşyalarının olduğu merkeze indik. Patnos'un meşhur frappesinin tadına baktıktan sonra bu küçük adaya hayran kalarak oradan ayrıldık.