Wednesday, June 20, 2007

Adana - Mersin - Antalya.. Çok yorgunum...

Neden yazmıyorsun diye sitem edenler neler yaptığımı bilmeyenler tabi :)

Şirketimin sponsor olduğu tekneyle Offshore Class 3 yarışlarında bir orda bir burda koşuşturup duruyorum. Markayı yalnız bırakmak olmaz tabi, o logo nerde kullanılırsa ben ordayım :) Yarışlar bizim için pek parlar geçmiyor bu açık :) Çünkü teknemizin motoru diğerlerinden daha güçsüz malesef, öyle olunca da sınırlarımızı zorluyoruz, ama bu bir keyif, birincide olmak var sonuncu da di mi :)
Yorgunluğumun sebebi, teknenin peşinde olmam değil aslında. Uçak. Uçak bana çok dokunuyo, resmen o gün sersem gibi oluyorum, o kadar etkiliyoki, bilmem korkuyorum da saklıyomuyum. Ama uçak yolculuklarına sinir oluyorum.
Adana yarışlarında izleyemediğim teknemizi Mersin ve Antalya Kemerde yalnız bırakmadım. Bodrum ve İstanbul etaplarında da yalnız bırakmayacağım... Mersin çok güzel bir şehir, sahil boyunca yükselen binaları ve düzeniyle gayet güzel bir şehir bence, gitmişken Tantuni de yedim tabi :) Oldukça lezzetliymiş, biraz yağlıydı ama... Ertesi gün işlerimiz sebebiyle Adanaya gittik, ilk defa Adana'nın havaalanından başka yerlerine de gitme şansım oldu. Çok beğendim Adanayı. şehrin içinden geçen kanallar elbetteki çok hoşuma gitti.

Mersin ve Adanadan bir hafta sonra Antalyadaydık yine yarışlarda. Antalya ben görmeyeli o kadar değişmiş ki, viyadükler aşağılara taşınmış, şehir daha da büyümüş, gelişmiş. Severim ben Antalyayı ilçelerini sevmesemde Antalyayı severim :) Gitmişken teyzoşumu da görme fırsatım oldu. Evlerini bulamayan taksiciye yaptığım tarif aslında şehrin çokta değişmediğini gösterdi :)

Tek sorunum dönüşte uçağın TAM 3 saat rötar yapmış olmasıydı. Sanki 15 saatlik bir uçuş, Türk Hava Yolları böyle bir rezilliğe nasıl izin verir. Yani 3 saatte uçak 3 kere Antalyaya gelir, 2 kere gelir, 1 kere döner sonra bir daha giderdi. Rötar yapmadığını söyleyip, bu konuda dünyada 3. sıradayız diyen THY yazdığım şikayet mailine mailinizi aldık diye bile dönmedi. Artık onları bu gözle izliycem, farkında değiller belki ama bir çok kurulan havayolu şirketiyle pazar paylarında oynama oluyor, buna bir de müşteri memnuniyetsizliği eklenirse.... Yazık olur bence..

PR 'Inhouse' mu yoksa 'Outsource' mu olmalı?

Marketing Türkiyenin bu haftaki kapak konusu bu.. PR ın nereden yönetileceği?
İçeride olan biri için bu soruya dışarıdan diye cevap vermeyeceğimi tahmin edersiniz ki, işinin uzmanı içeride olduğu sürece o firmanın dışarıya ihtiyacı olmadığı gerçek. Peki çok iyiler firmalarda mı kalmalı yoksa ajanslarda bir çok firmaya mı destek vermeli?
Nedense okullarda yetişen arkadaşlar dışarıya çıktıkları an işin uzmanı olacaklarını düşünüp, tecrübenin bu işte ne kadar etkili olduğunu görmezden geliyor. Kişinin uzman olabilmesi için PR ajansı deneyimi olması gerektiğini düşünüyorum. Hem gazetecilik yapmalı hem de ajansta çalışmalı. Konusunda uzmanlaştıktan sonra isterse firma tarafına geçip, keyifle ve başarıyla bu işi sürdürebilir.
Halkla İlişkiler ve Pazarlama İletişimi bir vizyon işi. Bu vizyonda sadece okumayla elde edilmiyor. Piyasada yetişmenin ve bir çok alanda çalışma yapmanın arşivinize katacağı bilgiler ilerisi için gerekli.

Aşağıda Marketing Türkiye'nin maddelediği avantajlar ve dezavantajları bulabilirsiniz. Dergiyi görmeyen arkadaşlara referans olması dileğiyle,

Neden Inhouse?
* Marka daha iyi anlaşılıyor.
* Marka ile bütünleşiliyor.
* Daha efektif çalışılıyor.
* Daha az maliyetli.
* Üçüncü şahıslar olmadan hedef kitle ile daha sıcak ilişki kurulabiliyor.
* Daha hızlı.
* Daha doğru bilgi akışı sağlanıyor.

Neden PR Ajansı?
* Marka rekabeti daha iyi anlıyor.
* İşletme körlüğü ortadan kalkıyor.
* Markanın dışarıdaki gözü oluyor.
* Bir departman kurmaktan daha az maliyetli.
* Basınla olan ilişkiler daha sıkı.
* Daha seri, daha pratik ve daha tecrübeli hizmet.

Tuesday, June 19, 2007

ve DaLyA!

Beni tanıyanlar bilir, hayatta en çok sevdiğim şey havai fişek.. Her gördüğüm yerde ilk kez gören küçük kız çocuğu gibi ağzım açık seyrederim patlayan ışıkları. Nerde olduğum önemli değildir, kenarından havai fişekleri görmem yeterli.
İşte 100. yazımı, dalya dediğim yazıyı bu şekilde duyurmak istedim sizlere. Bu aralar kutlamalara fazla mı düşkünüm ne? :) Eh pembe blogum bunu hak etti diye düşünüyorum.

Sevgiler,

Mevlana V


Monday, June 04, 2007

Geçmiş olsun Nermoşum...

Bu yazıyı yazmakta biraz geciktim aslında biliyorum...Çünkü dile getirmek istemedim, belki o yüzden ben hala kabul etmiyorum...
Sen daha ilkokul sıralarında tanıdığım, anne modelisin sen. Bana hep destek olan, herşeyi yaşarken sanki 3. kızınmışım gibi beni de aranıza katan, gittiğimiz pikniklerde hep yanında olduğum, org resitallerimizde hep bizimle olan, susayınca camından su uzatan, nişan, düğün telaşını hep birlikte yaşadığımız, Nermoşumsun sen benim... Gözdenin odasında tüm konuştuklarımızdan duyduklarınla hepimizin hayatından o kadar çok şey biliyorsun ki zaten, bir gün bildiklerini açıklarsan hepimizin hayatı sönebilir :)

Düşündüm de en çok Gözdeye gelmemizin sebebi bile sensin. Suyu bile kalkın alın dediğinde senin getirdiğin bir Gözdeye neden gidilir ki :)

Şimdi nerden çıktı bu keyifsizlik.. Sen ki tüm Olanbaturları toplayansın. Kemali frenleyen, Sedaya sahip çıkan, Gözdeyi idare edensin. Sen iyiyken zor başa çıkıyoruz hepimiz, şimdi nasıl zor biliyor musun?

Reiki yapmayı bilmiyorum, bioenerjiden anlamam ama her an sana şifalar gönderiyorum, düşünce gücünün başarısına inanıyorum ben Nermoşum ve hepsini sana gönderiyorum inan.

Hastalık ortaya çıkmadan demedin mi bana, hadi nişan mı yapıcan, ev mi süslenecek ne olacaksa olsun bak yapayım, sonra seninle uğraşamam diye... Hadi artık yeterince dinlendin, dersen ki biraz daha dinlenicem izin var tamam ama daha fazlasına yok.

Hem karavanda 6 kişi kalabiliyor dediğinde 6.nın ben olduğuma karar vermemiş miydik?
Ne zaman gidicez Nermoş, ne zaman..
Seni gerçekten çok seviyorum.

Sunday, June 03, 2007

Haydi gel benimle ol!

Bende zincirlere sığmayan o deli sevdalardan
Kızgın çöllerde rastlanmayan büyülü rüyalardan
Kolay kolay taşınmayan doludizgin duygulardan
Yalanlardan dolanlardan daha güçlü bir yürek var

Haydi gel benimle ol oturup yıldızlardan
Bakalım dünyadaki neslimize
Ordaki sevgililer özenip birer birer
Gün olur erişirler ikimize

Uzanıp yüreğinin ateşiyle yeniden
Yıldızları tek tek yakacağım
Sarılıp güneşlere sevgimizle göklerden
Mavi mavi taçlar takacağım

yorum: Sezen Aksu

BİR FOTOĞRAFA


Karşımdasın işte...
Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.
Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.
Kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.
Tıkandığım o an,
Elimi nereye koyacağımı şaşırdığım o an işte,
Aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.
Ellerim boşlukta, ben darda kaldım.
Ellerim buz gibi, ben harda kaldım.
Bir senfoni vardı kulağımda çalınan,
bitti artık hepsi...

Köşeme çekildim, hani hep kaldığım köşeme.
Bakış açım belli oldu yine.
Geride kalan, ardından bakar gidenlerin.
Bir meltem olacak rüzgarım dahi kalmadı benim.
Dağlara çarptım her esişimde.
Yollara küfrettim her gidişinde.

Demiştim sana hatırlarsan:
Önemli olan zamana bırakmak değil,
zamanla bırakmamaktir..
Şimdi bana, geçen o zamanın
Unutulmaz sancısı kalır

Gittiğim eğer bensem, söyle bana kimden gittim?
Sende yoktun
zaten ben, ben yine bende bittim...

Nazım Hikmet Ran

Anısına saygıyla...

Saturday, June 02, 2007

Sensizliğin acısını sen nerden bileceksin...

ANLASANA
Her sevincin her kederin, en ölümsüz sevgilerin
Sonsuz denen göklerin her şeyin bir sonu varsa
Ayrılıkların da sonu var, bir gün çıkıp geleceksin
İçimde bir ümit var, yeniden seveceksin
Yıllar varki ben böyle
Bekliyorum özleminle
Anıların, umutların kaldı bende
Anlasana...
Anlasana
Biraz da gerçekleri anlasana
Senden ayrı günlerimi, sana nasıl anlatsam ki
Mevsimsiz çiçekler gibi, yarım kaldım inanki
Sensizliğin acısını, sen nereden bileceksin
Sen hiç sensiz kalmadın ki, mevsimleri saymadın ki

Söz-müzik: İLHAN İREM