Marketing Türkiye’nin bu haftaki kapak konusu, Pazarlamanın medeni hali. Tüm dünyada ve tabiki bizim ülkemizde bekar ve yalnız yaşayan bireylerde patlama yaşanıyor. Böylelikle bu da herşeyde bireyselleşmeye sebep oluyor. Gün geçtikçe mobilleşen insanlara ulaşmak çok daha kolaylaşırken system birlikte yaşamaktan çok insanların yalnız yaşamasını destekliyor. Eskiden aile yaşamında ailenin ortak karar verdiği bir ürün alınımına, şimdi tek başına karar veriliyor, böylelikle markadan vazgeçmekte daha kolay oluyor. Tabiki tek başına olanlar çok daha fazla tüketiyor, her konuda, yemek, içmek, gezmek, almak, giymek.. vs.
Peki bizim ülkemizde bekarlara pazarlamanın yeri nerede? 30’lu yaşlarda gerçekleşen evlilikler, artan boşanma ve yalnız yaşama oranları, studio daireler, rezidance’lar, loftların artması bizleri ‘geleneksel’liğimizden uzaklaştırıyor mu? Bekarlara hitap eden mobilyalar ve aksesuarlar üreten İkea ise, satışlarında bu tarz bir artış olduğunu vurgulamıyor, biz de daha çok yeni evli ve çocuklu aileler İkea’yı tercih ediyor.
Bu sürekli gelişen kitlenin ben ülkemizde çokta etkili olacağını düşünmüyorum, benim çocuğum olsa ben de ailesi yanında yetişsin isterim -babam duysa o zaman neden hala ayrı eve çıkmak istiyorsun diyecek- ama genelde herkes içinde bulunduğu aile ortamında çocuğunu yetiştirdiğini düşünürsek, gelecekte boşanmış ailelerin çocuklarının yalnız aileler kurduğunu göreceğiz. Bu da pazarlama canavarlarının daha çok tüketim için hoşuna gideceği bir durum olacak, bu kez de bunu pompalayacaklar. Böylece her birimiz için daha çok seçenek imkanı tanınırken, daha çok bencillik ön planda olacak.
Thursday, November 20, 2008
Tuesday, November 18, 2008
Best Brands Türkiye
GfK nin mevcut Pazar performansı ve geleceğe yönelik psikolojik çekiciliğinin dikkate alınarak örneklem gruplarıyla 26 kategori bazında yaptığı değerlendirmeyle 2008 Best Brand’ları şu şekilde sıralanıyor;
1. Arçelik
2. Coca Cola
3. Ülker
4. Aygaz
5. Adidas
6. İstikbal
7. Ariel
8. Microsoft
9. Pınar
10. Sony
İlk 3 Marka beni hiç şaşırtmadı. Arçelik’in Türkiye’nin lider markası olduğu açık. Yalnız yapılan saha araştırmaları bana tam da güvenilir gelmiyor, hala yakın olduğunu düşündüğüm bir çalışma malesefki görmedim. Bir çok kişi, özellikle bu GfK başta olmak üzere, araştırma şirketlerine gore aldığından primlerini belki daha doyurucu araştırmalar olması daha iyi olacak.
1. Arçelik
2. Coca Cola
3. Ülker
4. Aygaz
5. Adidas
6. İstikbal
7. Ariel
8. Microsoft
9. Pınar
10. Sony
İlk 3 Marka beni hiç şaşırtmadı. Arçelik’in Türkiye’nin lider markası olduğu açık. Yalnız yapılan saha araştırmaları bana tam da güvenilir gelmiyor, hala yakın olduğunu düşündüğüm bir çalışma malesefki görmedim. Bir çok kişi, özellikle bu GfK başta olmak üzere, araştırma şirketlerine gore aldığından primlerini belki daha doyurucu araştırmalar olması daha iyi olacak.
Monday, November 17, 2008
Spor Yapıyoruz, Haydi bir - iki...
Evvet spora başlayalı bayağı zaman oldu, gerçi sen de hiçte bayağı zaman olmuş gibi bir farklılık yok diyebilirsiniz ama, olacak. Umudum var, bir de diete başlasam kesin spor vücudumda fark yaratacak ama psikolojim henüz diet yapmaya hazır değil :P
Bizim spor salonunda - Aydınoğlu Spor Center - müthiş bir ders var.
Adı Spinnig. Kondisyon bisikletlerinin yarış bisikleti formatıyla 45 dakika, kah yokuş tırmanıyoruz, kah çok hızlı pedal çevirip yokuştan iniyoruz, bir de bunu yaparken omuzlarımızı hareket ettiriyoruz. Çok eğlenceli bir o kadarda yorucu bir ders. Çok uzun zaman sonra ilk defa alnımdan şıpır şıpır ter damladı. İşte yandaki resim de bu aletin resmi. Tabi üzerindeki ben değilim.
Bir de bu hafta yoga dersine girdim. Nefes alış verişlerini düzenleyen, vücuttaki enerjinin yukarılara çıkmasını sağlayan bu derste çok başarılı olduğum söylenemez, beynimin içini kemiren çağrışımlarım dikkatimi nefesime vermemi zorlaştırsada Yoganın çok etkili bir ders olduğunu düşünüyorum. Bu resimdeki benim kemiklerim, x ray da çekilmiş.
Uzun zaman öncesinden kalan Tae-bo derslerine de giriyorum tabiki, o kadaar zevkli ki müzik eşliğinde yumruk tekme sallamak.
Kapalı yüzme havuzunda da özellikle akşamları tek başıma yüzüyorum, öyle kulvarda azimle yüzme gibi bir halim olmadığı için havuzun, sağından soluna, enine boyuna takılıyorum, Allahtan benim gittiğim saatlerde pek kimse olmuyo da, ben çok eğleniyorum.
Fitness ve Sauna deseniz bildiğiniz gibi.
Bu kez ısrarlıyım sporu hayatımdan çıkartmayacağım, sabahları daha bir dinç kalkıyorum, sırt ağrılarım azaldı, e bu kadar faydası varken, bırakmak delilik yani. Herkese tavsiye ediyorum...
Monday, November 10, 2008
Çağan Irmak, Issız Adam ve düşündürdükleri...
Çağan Irmak… Sanırım kendisine, kamerasına, kalemine, kurgusuna, yazısına,sanırım herşeyine aşığım. Hani ilk gençlik yıllarında böyle birini seçersin, fan’ı olursun ve toz kondurmazsın ya, işte aynen öyle seviyorum.
Tüm bunları düşünürken daha fragmanını ilk gördüğüm an gitmeliyim bu filme demiştim. Bunun üzerine bir de olumlu yazıları okuyunca kendimi sinemada buldum zaten. Michel Fugain’in Une Belle Historie sini fonda çalan bir film beni çekmezdi de, kimi çekerdi zaten di mi.
Bu kadar basit bir konu, bu kadar güzel mi anlatılır, bu kadar çok mu etkiler, her seyreden kendinden bir parçayı mutlaka mı bulur ve bir yönetmen izleyicisini bu kadar içine alacağından emin olup, izleyiciye ithaf ederek mi bitirir filmi... Çok güzeldi, çok güzeldi.
Film, işinde başarılı, etrafında sevilen, kalabalıklar içinde yalnız olmayan ama bir o kadar ıssız adamın, aşık olduğu kızdan yalnızlığını kaybetme korkusuyla ayrılmasını anlatıyor. Filmde herkesin mutlaka bir kere duyduğu ya da söylediği; Sen bana göre çok fazlasın, bir gün değerini anlayacak birini bulacaksın ve o gün bana teşekkür edeceksin cümlesini vurguluyor. Adamda aşık kadına ama özgürlüğüne daha fazla. Tıpkı bugün sokağa çıktığınızda karşınıza çıkacak yüzlerce adam gibi. Zaten bence bunların uzun ilişkileri olmamalı, kendileri de üzülmesinler diye. Bu bir kaçış hayattan, sorumluluktan, herşeyden... Aslında şımarıklık. Seksi, güzelliği, sohbeti, keyfi, başka başka kadınlarda arama. Aynısını bir kadında bulsa da görmeme, elindeki kadının diğer özellikleri ne kadar taşıdığı ile ilgilenmeyip, sadece bir sıfat yükleme, bu yüzden bir çok kadınla her sıfatın ayrı ayrı tadını çıkarma, sonsuzluk içinde kaybolma. Halbuki paylaşılan tüm anlar, birlikte bir tarih kurma, ortak bir oyunu inşa etmek, çok zor bu dönem insanı için. Erkek istediği herşeyi bulurken, kadının kendi kendini silikleştirmesi... Buna sebep olanda kadın tabi, çok kolay kabul etmesi, başka hırslar uğruna değerlerini yitirmesi vs.
Filmin sonunda akan gözyaşları pek çok şey için işte. Benimkilerin sebebi, neden kendimi hiç akışa bırakmadığım için mi böyle bir aşk yaşamadım, ben çok mu gelenekselciyim, erkekler hala kadınların peşinden koşmalı diye düşünüyorum, bunda da haksız mıyım içindi. Ertesinde bütün gece yatağımın üzerinde, dizlerim karnımda bu konuya kafa yordum. Neden hayat böyle diye? Oysa aşk dünyanın en güzel şeyi, birine sorumluluk hissetmek, bağlanmak, özlemek... Bunlar olmadan nasıl insani özelliklerimizi koruyacağız ki? Neden kaçıyoruz, nereye kadar kaçıcaz?
Herneyse tekrar filme dönecek olursak, (işte benim gerçeğim, dağınık dikkat, kafa karışıklığı anlarında varolana dönüp, düşünülenleri ertelemek) bu dingin ve çok güzel film, bir kaç gün daha düşünülecek, une belle historie beynimizin fonunda, tüm gün boyunca, sporda, yemekte, uykudan önce ve en önemli toplantıda bile çalmaya devam edecek, müzikleri müthiş, o 45lik denen mekan neredeyse bulunup gidilecek, uzun zamandır uğranmayan Beyoğlu sahaflarında gezilecek, okuması ertelenen Puslu Kıtalar Atlası öne alınacak, Leblon keşfedilecek ve muhtemelen sık gidilenlere eklenecek, çalma listemizde Ayla Dikmen – Anlamazdın, Semiramis Pekkan – Bana yalan söylediler dinlenecek, tarçınlı cevizli kek bir kez de içine havuç konulup denenicek...
Aaa unutmadan, bu ara Haşmet Babaoğlu'nun Sabah’taki köşesinde altyazı bölümüne taktım, oraya takıldığımdan beri, film replikleri de çok hoşuma gidiyo ve daha aklımda kalıyor. Bu filmle ilgili önemli bir kaç altyazı da şunlardı bence;
"sen dizime yattın, ben bir hikaye anlattım ve sen büyüdün"
“Ben sadece ben olmamalıyım şimdi.sanki bana baktığında kendi hayatından bi an yakalamalısın.bi hikaye olmalı.sevdiğin herkes,her şey ,o an ben olmalıyım..”
“Onu gücendirme, sakin bırakma, ömrü hayatinda Ada sana Allah'ın verdigi en büyük hediyedir"
“Karların üstündesin.donmak üzeresin ve tatlı uykuya kapılıyorsun. öldüğünün farkında değilsin.”
"Baktım yağmurlu havada, elimde kitabım bir bardak çay içemiyorum, işte o zaman dedim bu iş hayatı bana göre değil."
Tüm bunları düşünürken daha fragmanını ilk gördüğüm an gitmeliyim bu filme demiştim. Bunun üzerine bir de olumlu yazıları okuyunca kendimi sinemada buldum zaten. Michel Fugain’in Une Belle Historie sini fonda çalan bir film beni çekmezdi de, kimi çekerdi zaten di mi.
Bu kadar basit bir konu, bu kadar güzel mi anlatılır, bu kadar çok mu etkiler, her seyreden kendinden bir parçayı mutlaka mı bulur ve bir yönetmen izleyicisini bu kadar içine alacağından emin olup, izleyiciye ithaf ederek mi bitirir filmi... Çok güzeldi, çok güzeldi.
Film, işinde başarılı, etrafında sevilen, kalabalıklar içinde yalnız olmayan ama bir o kadar ıssız adamın, aşık olduğu kızdan yalnızlığını kaybetme korkusuyla ayrılmasını anlatıyor. Filmde herkesin mutlaka bir kere duyduğu ya da söylediği; Sen bana göre çok fazlasın, bir gün değerini anlayacak birini bulacaksın ve o gün bana teşekkür edeceksin cümlesini vurguluyor. Adamda aşık kadına ama özgürlüğüne daha fazla. Tıpkı bugün sokağa çıktığınızda karşınıza çıkacak yüzlerce adam gibi. Zaten bence bunların uzun ilişkileri olmamalı, kendileri de üzülmesinler diye. Bu bir kaçış hayattan, sorumluluktan, herşeyden... Aslında şımarıklık. Seksi, güzelliği, sohbeti, keyfi, başka başka kadınlarda arama. Aynısını bir kadında bulsa da görmeme, elindeki kadının diğer özellikleri ne kadar taşıdığı ile ilgilenmeyip, sadece bir sıfat yükleme, bu yüzden bir çok kadınla her sıfatın ayrı ayrı tadını çıkarma, sonsuzluk içinde kaybolma. Halbuki paylaşılan tüm anlar, birlikte bir tarih kurma, ortak bir oyunu inşa etmek, çok zor bu dönem insanı için. Erkek istediği herşeyi bulurken, kadının kendi kendini silikleştirmesi... Buna sebep olanda kadın tabi, çok kolay kabul etmesi, başka hırslar uğruna değerlerini yitirmesi vs.
Filmin sonunda akan gözyaşları pek çok şey için işte. Benimkilerin sebebi, neden kendimi hiç akışa bırakmadığım için mi böyle bir aşk yaşamadım, ben çok mu gelenekselciyim, erkekler hala kadınların peşinden koşmalı diye düşünüyorum, bunda da haksız mıyım içindi. Ertesinde bütün gece yatağımın üzerinde, dizlerim karnımda bu konuya kafa yordum. Neden hayat böyle diye? Oysa aşk dünyanın en güzel şeyi, birine sorumluluk hissetmek, bağlanmak, özlemek... Bunlar olmadan nasıl insani özelliklerimizi koruyacağız ki? Neden kaçıyoruz, nereye kadar kaçıcaz?
Herneyse tekrar filme dönecek olursak, (işte benim gerçeğim, dağınık dikkat, kafa karışıklığı anlarında varolana dönüp, düşünülenleri ertelemek) bu dingin ve çok güzel film, bir kaç gün daha düşünülecek, une belle historie beynimizin fonunda, tüm gün boyunca, sporda, yemekte, uykudan önce ve en önemli toplantıda bile çalmaya devam edecek, müzikleri müthiş, o 45lik denen mekan neredeyse bulunup gidilecek, uzun zamandır uğranmayan Beyoğlu sahaflarında gezilecek, okuması ertelenen Puslu Kıtalar Atlası öne alınacak, Leblon keşfedilecek ve muhtemelen sık gidilenlere eklenecek, çalma listemizde Ayla Dikmen – Anlamazdın, Semiramis Pekkan – Bana yalan söylediler dinlenecek, tarçınlı cevizli kek bir kez de içine havuç konulup denenicek...
Aaa unutmadan, bu ara Haşmet Babaoğlu'nun Sabah’taki köşesinde altyazı bölümüne taktım, oraya takıldığımdan beri, film replikleri de çok hoşuma gidiyo ve daha aklımda kalıyor. Bu filmle ilgili önemli bir kaç altyazı da şunlardı bence;
"sen dizime yattın, ben bir hikaye anlattım ve sen büyüdün"
“Ben sadece ben olmamalıyım şimdi.sanki bana baktığında kendi hayatından bi an yakalamalısın.bi hikaye olmalı.sevdiğin herkes,her şey ,o an ben olmalıyım..”
“Onu gücendirme, sakin bırakma, ömrü hayatinda Ada sana Allah'ın verdigi en büyük hediyedir"
“Karların üstündesin.donmak üzeresin ve tatlı uykuya kapılıyorsun. öldüğünün farkında değilsin.”
"Baktım yağmurlu havada, elimde kitabım bir bardak çay içemiyorum, işte o zaman dedim bu iş hayatı bana göre değil."
'Mustafa' Hakkında Herşey!
Can Dündar’ın yeni belgeseli ‘Mustafa’. Elbette en çok tartışılanı.. %90 I filmi izlememiş bir grup insasnın yorumları, forward mailleri, yazıları, üzerinden sürdürdüğü tartışmaları vs. Halbuki film Atatürk’ün doğumundan ölümüne en insani duygularını anlatıyor. Kahramanlığı, ileri görüşlüğü, modernliği üzerinde duygularını izliyoruz burda. Tedirginliğini, düşüncelerini, naifliğini görüyoruz. Hem Atatürkçülerin, (Bu Atatürkçü lafını hiç sevmem, Atatürk’ün kullanıldığı hissini veren bir kelimedir, ben Kemalist’im derim o yüzden) hem de dincilerin tek bir taraf olup Can Dündar’a yüklenmeleri gerçekten ilginç. Ya da Can Dündar’ın tüm bu insanları buluşturmuş olması ayrı bir kıvanç olsa gerek bence…
Atatürk’ü hazmedememiş, yeterince bilmeyen okumayan, Tek Adam’I duymamış, Sarı Zeybek’I izlememiş, Cumhuriyet’in ilan tarihini sorsan tek seferde cevap veremeyecek insanların tartışmaları… Özellikle Turkcell’in filmin tanıtılmasına 1 gün kala sponsorluktan çekilmesiyle başladı tüm bunlar. Sonunda Can Dündar’ın kendi tanımıyla da linç edilmesine kadar gitti. Yoksa Kemalist düşünceye ait bir beyin değil 120 dakika 120 gün Atatürk’ü kötü olarak dinlese (ki bence film çok güzel, hiç kötüleyen bir yanı yok) etkilenmez, etkilenmemeli. Hepimizin akşamları rahatlamak amacıyla içtiği bir kadeh rakı, hayatını vatan savunmasına adamış ve tüm isteklerini bunun arkasına koymuş, devrimleri düşünmüş, kurgulamış ve uygulamış bir adamı gölgeler mi?
Bizler bile stratejik bir iş yaparken, bir karar alırken saatlerce tek başımıza düşünürken, bu devrimleri yapan bir adam yalnız olmayacakta, kim olacak? Keskin kararlar almak ve onları hiç bilmeyen bir topluluğa uygulamak, kolay değil, hiç kolay değil…
Atatürk’ü tanıyanlar, yani bizler bu filmde kendimize daha yakın bir portre görüyoruz beyaz perdede. İnsana değer veren, onu yücelten bir lider portresi. Kitaplardan anlatılanlardan daha farklı, daha bizden, daha içten…
Can Dündar’ın eline sağlık. Sarı Zeybek’I çok sevmiştim, Mustafa’yı da sevdim.
Filmle ilgili çok güzel bir yazıda işte şurada.
Atatürk’ü hazmedememiş, yeterince bilmeyen okumayan, Tek Adam’I duymamış, Sarı Zeybek’I izlememiş, Cumhuriyet’in ilan tarihini sorsan tek seferde cevap veremeyecek insanların tartışmaları… Özellikle Turkcell’in filmin tanıtılmasına 1 gün kala sponsorluktan çekilmesiyle başladı tüm bunlar. Sonunda Can Dündar’ın kendi tanımıyla da linç edilmesine kadar gitti. Yoksa Kemalist düşünceye ait bir beyin değil 120 dakika 120 gün Atatürk’ü kötü olarak dinlese (ki bence film çok güzel, hiç kötüleyen bir yanı yok) etkilenmez, etkilenmemeli. Hepimizin akşamları rahatlamak amacıyla içtiği bir kadeh rakı, hayatını vatan savunmasına adamış ve tüm isteklerini bunun arkasına koymuş, devrimleri düşünmüş, kurgulamış ve uygulamış bir adamı gölgeler mi?
Bizler bile stratejik bir iş yaparken, bir karar alırken saatlerce tek başımıza düşünürken, bu devrimleri yapan bir adam yalnız olmayacakta, kim olacak? Keskin kararlar almak ve onları hiç bilmeyen bir topluluğa uygulamak, kolay değil, hiç kolay değil…
Atatürk’ü tanıyanlar, yani bizler bu filmde kendimize daha yakın bir portre görüyoruz beyaz perdede. İnsana değer veren, onu yücelten bir lider portresi. Kitaplardan anlatılanlardan daha farklı, daha bizden, daha içten…
Can Dündar’ın eline sağlık. Sarı Zeybek’I çok sevmiştim, Mustafa’yı da sevdim.
Filmle ilgili çok güzel bir yazıda işte şurada.
Labels:
Atatürk,
Can Dündar,
Cumhuriyet,
Mustafa,
Sarı Zeybek,
sinema,
Tek Adam,
Turkcell
Yeşilçam'ın takibinde...
Bu ara kendimi o ya da bu şekilde sinemada bulurken, tercihimi hep Türk filmlerinden yana yaptım. Bir İtalyan filmi olsada Ferzan Özpetek'in Mükemmel Bir Günü de Türk filmi idi bence. Filmde karısından boşanan adamın bunu hazmedememesi, karısına tecavüz etmeye kalkması ve en sonunda cinnet geçirip, kızını, dünya tatlısı oğlunu ve kendisini öldürmesi anlatılıyor. Ferzan Özpetek'in keyifli anlatımıyla, ismine kanıp, sabun köpüğü sandığımız filmde gerim gerim gerildik..
Vicdan da ise Nurgül Yeşilçay bence Altın Portakal'ı bileğinin hakkı ile almış. Kocasıyla arkadaşının birlikte olduğunu öğrenen kadın, arkadaşıyla eski günleri anarak, ikisini birbirinden uzaklaştırır. Artık birlikte takılan kadınlar adama karşı cephe alırlar, fakat adam karısını kasabadaki bir düğünde öldürür. Bunun üzerine Nurgül'de kasabadan ayrılır, payvona düşer ve onu kurtaracağını söyleyen, başka bir adamla imam nikahlı yaşamaya başlar. Adam elbette evlidir ve günün birinde bunu bırakıp ailesine döner. Hapisten çıkan Murat Han ise gelir ve Nurgül'ü bulur, tekrar birlikte olmak isteyen adamı da Nurgül öldürür. Filmleri izleyip bir de üzerine yorumlar yazınca kendimi Atilla Dorsay gibi hissettim :) Çok anlamadığım ve etkinlikler içerisinde 2 saat bağlı kalma sebebiyle en son tercih ettiğim sinema yoksa beni kendisine mi bağlıyor...
Subscribe to:
Posts (Atom)