Başka bir organizasyona gönderdiğim gruba bir günde olsa eşlik edebilmek amacıyla bir günlüğüne Zürih'teydim geçen hafta.
Kısa seyahatleri seviyorum aslında ama uzun zamandır tek başıma yurt dışına çıkmadığımdan bu kez bir garip oldum sanki, kendimi yalnız hissettim.
Oysa Türkiye'nin bir çok şehrinde, bir çok dar sokakta kaybolma deneyimlerim kitap olacak çoğunluğa geldi. Elimde sadece bir harita, burası kesin şu sokağa çıkıyordur diyerek salınmanın tadı bambaşka...
Zürih için zaten bir günden daha fazla zaman harcamaya da gerek yokmuş aslında. Herşeyden önce sıkıcı bir düzeni, bir sakinliği var şehrin. Avrupa'daki şehirlerin bir kısmında olan bu gri renkten ben pek hoşlanmıyorum. O yüzden Newyork'u tahminimden daha çok beğendim heralde
Peki Zürih'te neler yaptım?
Elbette bütün markaların mağazalarının olduğu Bahnhofstrasse'de dolaştım. Mağazalara girdim, çıktım, dolaştım...
Grossmünster'in 200 küsür basamaklı tepesine tırmandım, Zürih'i oradan seyrettim.
Landesmuseum'da Zürih tarihini inceledim, Victorinox ve Swiss knife'ın tarihçesine baktım
Brasserie Lipp'te midyenin pişmiş halinden yedim.
Zürich gölüne baktım, hayallere daldım..
Eski şehirin sokaklarında yürüdüm, yoruldum, oturdum, kalktım, tekrar dolaştım..
Oerlikon Swissotel'de kaldım.
Mövenpick dondurmasından yedim.. Bitter Lemon'a bayıldım, Vanilya'lı dondurmaya alternatif geldi.
Tabiki tren sistemleri mükemmel, boşuna bu konuda dünyada ün yapmamışlar, çok konforlu ve hızlı, insan görünce keşke bizde de olsa demeden geçemiyor.