Bu 2009 bitsin artık, aslında başlangıcından belliydi bu senenin neler getireceği, ben hiç 7 kadeh içermiydim ki, o akşam o kadar içeyim de, yeniyılın ilk günü o kadar berbat geçsin.. yok yok, başından belliydi, nasıl girersen öyle gider derler ya, hiç bir yönden mi gelişme olmaz? Ziyan olmuş, koskoca bir yıl...
Tamam koyduğun hedefleri yaptın mı dersen, evet yaptım, planladığın geziyi gerçekleştirdin mi dersen, evet gerçekleştirdim ama yine de bu sene de bir kayıtsızlık görüyorum, bir harcanmışlık, boşa geçme, yazık değil mi?
O yüzden ilk defa bu sene 2 gün öncesinden kaldırdım takvimleri, ajandaları bitirdim, kaldırdım, hiç bir şey 2009 u göstermesin artık istiyorum, hatırlatmasın! Tabiki yeni sene için yapılacaklar, yapılmıcaklar listelerim hazır ama bu kez kimseyle paylaşmıcam, dedim ya bu yıl bir gıcık oldum ben diye.
2010; sende daha çok AN'ları yaşıcam ve tadını çıkarcam.
***
Bir kitap okudum, hayatım değişti :) Böyle başlıklara bayılırım ve çok gülerim, ben de yazayım dedim. Aykut Oğut, "Evren'den torpilim var" diye bir kitap yazmış, beni anlatmış anlatmasına da, 2009 yılımı hariç tutmuş anlaşılan. Öyle kuantumdu, secrettı dememiş, kendinden örnekler vermiş, kitabı okudum, hazmettim, henüz uygulamıyorum, gerçi uygulamıyorum dediğim bir çoğunu yapıyodum zaten ama 1 Ocak 2010'da yeni hayatıma başlamak için bekliyorum.
***
Kayak Sezonu geldiii, yeni pistlere kavuşmak için gün sayıyorum, e hadi 2010. :)
Tuesday, December 29, 2009
Friday, December 25, 2009
Avatar - Bayıldım!
Son zamanlarda izlediğim en güzel görsel şölen, en güzel konu, insanlar insanlıktan çıkıyo mu, yoksa hala bazıları için umut var mı?
Pandora'ya gitmek istedim, Na'vi'lerle yaşamak.. O, 3 saat nasıl geçti anlamadım, bitmesin istedim, biz de onlarla yaşayalım. Animasyon tarafı daha çok çekti beni, bağladı resmen..
Çok yazmayayım, en iyisi gidin, görün, üzerinden konuşalım!
Monday, December 14, 2009
Sertab Erener - Açık Adres
Sorma bu ara şu halimi
Bu acıların hepsi mi daimi
Yazık oldu her iki tarafa da
Şimdi sence daha iyi mi
Bir gün oldu, iki gün oldu
Ay oldu, yıl oldu, ümitlere
Unutmuyor gönlüm seni
Seviyor her gün, her gece
Yoruldu, duruldu, kırıldı, vuruldu bir kaç kere
Yazılıdır hepsi hikayede
Yok mu bir haber alan, yok mu gören
Bu mudur adetin, bu mudur tören
Yaz ya da söyle, bulamadım böyle
Neresi açık adresin, neresi yören
* Bu ara ruh durumumu anlatan en güzel şarkı...
Bu acıların hepsi mi daimi
Yazık oldu her iki tarafa da
Şimdi sence daha iyi mi
Bir gün oldu, iki gün oldu
Ay oldu, yıl oldu, ümitlere
Unutmuyor gönlüm seni
Seviyor her gün, her gece
Yoruldu, duruldu, kırıldı, vuruldu bir kaç kere
Yazılıdır hepsi hikayede
Yok mu bir haber alan, yok mu gören
Bu mudur adetin, bu mudur tören
Yaz ya da söyle, bulamadım böyle
Neresi açık adresin, neresi yören
* Bu ara ruh durumumu anlatan en güzel şarkı...
Wednesday, December 09, 2009
Bugün doğum günüm!
Bugün doğum günüm...
İlk defa ne yazacağımı bilmiyorum. Sanki bugüne illa özel not düşmek şartmış gibi, halbuki burası benim alanım, benim evim, benim blogum. Bugün değil yarın da yazabilirim içimden gelenleri, öbür günde.. Ama yok. Bugün doğmuşum ya, illa bir kaç kelime karalamalı.
Bugün doğum günüm...
Tam 28 oldum. Saçma geçen bir 27’ye güle güle diyorum. Hızla akan, sanki ziyanmış gibi görünen günler geçiyor yanımdan, üzülüyorum. Oysa her güne bir değer olmalı, her güne bir anı.
Bugün doğum günüm...
Yılbaşı yakınında doğanların doğum günü hep aynı mı? Hep yılbaşı telaşıyla karışıyor mu? Doğum günü dileklerin bile yeni yıl dilekleriyle karışıyor olabilir mi? Belki de o yüzden gerçekleşmiyor isteklerim. Oysa Mart-Nisan’da doğsan mesela, hava hafif soğuk ya da Temmuz akşamında ılık rüzgarda tutacağın dileğin tadı başka. Ama o zaman Yay burcu olmuyorsun di mi, yok istemem, bugün güzel.
Bugün doğum günüm...
28 olmak beni çok olgunlaştırdı, geçen yıllar daha da törpüledi aslında, şimdi daha zor kırılıyor kabuğum, sendeliyor ama düşmüyorum. Umut ne garip bişi, insan ne olursa olsun kaybetmiyor, en umutsuz anında bile ya olursa diye hayal kuruyor..
Bugün doğum günüm...
Yürekten gelen “iyiki doğdun”ları ağlayarak karşılıyorum. Hassaslaştım iyice, hiç bir şeye dayanamıyorum.
Bugün doğum günüm...
Dünyaya gönderildiğim için, bugün bir kez daha şükrediyorum.
Thursday, November 12, 2009
2012 Herşeyin Sonu Mu?
Dün akşam Warner Bros'un davetiyle 2012'yi vizyona girmeden izleme şansına eriştik. Duygu Hanım, her zamanki gibi güleryüzüyle yine bizleri kapıda karşıladı ve film sonunda da uğurladı. Eskiden filmleri vizyona girmeden çok daha önce izleme fırsatımız olurdu, dün neden olduğunu soramadım, neden artık daha geç izliyoruz, merak ediyorum.
Filmde, herkesin merakla beklediği Maya Takviminin sonu olarak bilinen 2012'de büyük depremler, tsunamiler ve doğal afetlerle dünyanın sonunun geleceği ve tüm dünya için yeni bir dönemin başlayacağı anlatılıyor. Tabi yeni dönem sadece, 2012'deki Nuh'un Gemisine binebilenler için başlıyor. Gemiyi elbetteki Çinliler inşa ediyor ve 2012 de dünyanın merkezleri değişip yepyeni bir dönem başlıyor. Film müthiş efektleriyle 2.5 saat boyunca sizi canlı tutmayı başarıyor, geriyor, heycanlandırıyor.. Tüm kıyamet senaryosu içeren filmler gibi abartılı olsa da, 2012'yi izlerin derim, yoksa aklınız kalacak.
Roland Emmerich'in yönettiği John Cusack, Chiwetel Ejiofor, Amanda Peet, Oliver Platt, Thandie Newton, Danny Glover ve Woody Harrelson’ın baş rolde.
Filmde, herkesin merakla beklediği Maya Takviminin sonu olarak bilinen 2012'de büyük depremler, tsunamiler ve doğal afetlerle dünyanın sonunun geleceği ve tüm dünya için yeni bir dönemin başlayacağı anlatılıyor. Tabi yeni dönem sadece, 2012'deki Nuh'un Gemisine binebilenler için başlıyor. Gemiyi elbetteki Çinliler inşa ediyor ve 2012 de dünyanın merkezleri değişip yepyeni bir dönem başlıyor. Film müthiş efektleriyle 2.5 saat boyunca sizi canlı tutmayı başarıyor, geriyor, heycanlandırıyor.. Tüm kıyamet senaryosu içeren filmler gibi abartılı olsa da, 2012'yi izlerin derim, yoksa aklınız kalacak.
Roland Emmerich'in yönettiği John Cusack, Chiwetel Ejiofor, Amanda Peet, Oliver Platt, Thandie Newton, Danny Glover ve Woody Harrelson’ın baş rolde.
Monday, November 09, 2009
Tekrar Çal Sam - Woody Allen
Oyun başladığı andan itibaren zengin dekoruyla gözünüzü alıyor. Görsel ve işitsel öğelerin tamamının etkin kullanıldığı oyunda, karısı tarafından terk edilen Allen'ın bu tramvayı atlatma çabaları ve bu süreçte tanıştığı kızlar, yaşadıkları anlatılıyor. Oyunun hemen başında ve oyun boyunca H.Bogart'ın gelip Allen'a akıl vermesi de inanılmaz :) H. Bogart rolünde zaten çok sevdiğim Sezai Aydın oynarken, Allen'a oğlu Arda Aydın hayat veriyor. Ve gerçekten Arda Aydın oyun boyunca sergilediği performansıyla çok başarılı. Yeni anne olan Sevinç Erbulak, Allen'a tanıştırılan kızlardan her birini canlandırırken, Allen'ın arkadaşının eşi Linda, kıvırcık saçlarıyla ve tatlı sesiyle oyuna renk katıyor.
Tüm oyuncuların harika bir uyum içinde sergiledikleri oyunu izleyenler olacaktır diye, daha fazla anlatmak istemiyorumç. Tekrar Çal Sam, sahnelenmesi bitmeden, izlenmesi gereken oyunlardan biri.
Labels:
Şehir Tiyatroları,
Tekrar Çal Sam,
tiyatro,
Woody Allen
Friday, October 23, 2009
Ünsal Hoca'yı kaybettik..
Ahmet Hakam o kadar güzel anlatmış ki, tanıyomuydu bilmiyorum.
Ben, devam zorunluluğu olmayan okulumuzun derslerinde iğnenin atılamayacağı kabalıkta yer alabildiğim için, iletişim camiasının şanslı insanlarınadn biri olarak ve yurtdışında olduğumdan kaçırdığım son görevime için için hala üzülerek, bu yazıyı buraya taşıyorum.
"Ünsal Oskay kimdi?
““KAFA dengi hocalar nesli”nin son temsilcisiydi...
Yıkanmak istemeyen çocuklar olalım” diye kitap yazdı...
“Tek kişilik haçlı seferleri”nden söz etti...
Sigaraya vurdu kendini...
Sıkı küfür etti...
İletişimin profesörü değil, ağa babasıydı...
Öğrencilerine verdiği en şahane dersi, “Hayatının öznesi ol” cümlesine gizledi...
Türkan Şoray’ı çok ama çok sevdi...
Sezai Karakoç “ellerinden belli olur bir kadın” deyip Judy Garland’ı överken, o tuttu “ayaklarından belli olur bir kadın” deyip “Ajda’nın ayakları”nı övdü...
Türbanın nefret simgesi olduğu dönemlerde türbanlı öğrencilerine, başlarında türban yokmuş gibi davranmasını bildi...
Rus kadınlarını ve Rus klasiklerini çok sevdi...
Kahve falına baktı...
Popüler kültüre sağlı sollu yumruklarla girişti...
“İşinden memnun değilsen her şeyi bırakıp bir kıyı kasabasına yerleş” diye öğüt verdi...
Öğrencilerine platonik aşkın değil gerçek aşkın raconunu öğretti...
Dalgacının tekiydi...
Hiçbir şeyi ciddiye almayacak kadar ciddi bir adamdı...
Sonuna kadar eşitlikçiydi...
Vicdanına sonuna kadar güvenilecek biri oldu...
O ölünce vicdan da ölmüş sayıldı...
ALLAH RAHMET ETSİN...
Ahmet HAKAN - Hürriyet"
Ben, devam zorunluluğu olmayan okulumuzun derslerinde iğnenin atılamayacağı kabalıkta yer alabildiğim için, iletişim camiasının şanslı insanlarınadn biri olarak ve yurtdışında olduğumdan kaçırdığım son görevime için için hala üzülerek, bu yazıyı buraya taşıyorum.
"Ünsal Oskay kimdi?
““KAFA dengi hocalar nesli”nin son temsilcisiydi...
Yıkanmak istemeyen çocuklar olalım” diye kitap yazdı...
“Tek kişilik haçlı seferleri”nden söz etti...
Sigaraya vurdu kendini...
Sıkı küfür etti...
İletişimin profesörü değil, ağa babasıydı...
Öğrencilerine verdiği en şahane dersi, “Hayatının öznesi ol” cümlesine gizledi...
Türkan Şoray’ı çok ama çok sevdi...
Sezai Karakoç “ellerinden belli olur bir kadın” deyip Judy Garland’ı överken, o tuttu “ayaklarından belli olur bir kadın” deyip “Ajda’nın ayakları”nı övdü...
Türbanın nefret simgesi olduğu dönemlerde türbanlı öğrencilerine, başlarında türban yokmuş gibi davranmasını bildi...
Rus kadınlarını ve Rus klasiklerini çok sevdi...
Kahve falına baktı...
Popüler kültüre sağlı sollu yumruklarla girişti...
“İşinden memnun değilsen her şeyi bırakıp bir kıyı kasabasına yerleş” diye öğüt verdi...
Öğrencilerine platonik aşkın değil gerçek aşkın raconunu öğretti...
Dalgacının tekiydi...
Hiçbir şeyi ciddiye almayacak kadar ciddi bir adamdı...
Sonuna kadar eşitlikçiydi...
Vicdanına sonuna kadar güvenilecek biri oldu...
O ölünce vicdan da ölmüş sayıldı...
ALLAH RAHMET ETSİN...
Ahmet HAKAN - Hürriyet"
Gizli Oturum - Jean Paul Sartre
Dün akşam Kadıköy Haldun Taner Sahnesinde Jean Paul SARTRE'ın Gizli Oturum'unu seyrettik. Oyun Sarter'ın varoluşçuluk felsefesinde insanların ruhlarını ve hayatlarını sorgulayışlarını anlatıyor.Cehennem de aynı odaya konan Garcın, Estelle ve İnea önce birbirlerinden sakladıkları sonra da itiraf ettikleriyle oyunu sürükleyici kılıyor. Özellikle televizyondan tanıdığımız Özge Özder, Gizli Oturum'da çok ama çok başarılı...
Labels:
Gizli Oturum,
haldun taner,
Jean Paul Sartre,
tiyatro
Tuesday, October 13, 2009
Once upon a time in New York..
Bu seneki hedeflerimizden biriydi aslında Yeni kıtaya gitmek ama bu kadar kolay olacağını hiç birimiz tahmin etmemiştik. Belirli tarihler arasında ciddi bir avantaj sağlayan Lufthansa'nın kampanyası da
eklenipte karar vermek ve bileti almak için bir günümüz olunca, apar topar tarih seçmek durumunda kaldık, ki çok da iyi yapmışız, bugün olsa yine seçerim, hatta elimden gelse daha da uzun kalmak isterim :)
Uçak biletimizi alınca, ilk iş hemen konsolosluktan randevu ayarladık ki bu öyle kolay bir iş değil, önce İşbankasına 20 $ yatırmanız ve bu yatırdığınıza karşılık PIN numarası almanız gerekiyor, bununla ancak konsolosluğu arayıp görüşme için randevu alabiliyorsunuz. Ve o randevuya kadar uçak biletiniz, kalacak yeriniz, 131 $ Fortis'e yatırılacak vize ücretinin yanında, üzerinize ya da ailenize kayıtlı tüm tapular, çalıştığınız iş yerinin belgeleri hazırlayıp, yapacağınız kendinden emin görüşmeyle orada kalmayacağınıza inandırmanız gerekiyor konsolosluk görevlisini. Bununla da yetmiyor, vize almanız aslında ülkeye tam girişinizi garanti etmez diye bir evrakla ulaşan pasaportunuz sizi daha da tedirgin ediyor.
Kalacak yer içinse açtık hostels.com'u dedik ki, nerede kalmalıyız? Central Park'a yakın olsun yani 50 ile 65. caddeler arasında, West'te olsun ki, her yerin yakınında kalalım, bir de temiz olsun, güvenli olsun, okuduk yorumları, seçtik bize en uygun hostel'i. Ve biz 60. Cadde de Colombus Circle da kaldık ki, gerçekten temiz ve yakındı her yere, tavsiye olunur.
Bundan sonra elimde kitabım aktarmalı uçuşumuzun ilk durağında buldum kendimi, Müge; yol boyu Sex and The City'i anlatıp, Carry 'Her yıl milyonlarca insan New York'a 2L yi bulmaya gelir, Love ve Label....' derlerle beni NY'a hazırladı. Ve havaalanından Amerika kıtasını gördüğümüzde ağaçların arasındaki havuzlu evler şehrin hareketinden hiç ipucu vermiyordu aslında.
Ama gerçekten New York markaların, dev mağazaların, renkli insanların, güzel yemeklerin, kısaca hayatın şehri.. Ben Label'ı gördüm ama Love'ı New York'ta da bulamadım.:)
Her yanında ayrı bir hareket, ayrı bir eğlence olan Manhattan'ın ilk günden Times Square'ini ve Brodway'ini turladık,kişi başı 27 $ olan bir haftalık metropass kartlardan aldık, bu kartlar metro, tren ve otobüs gibi şehir içi tüm ulaşım araçlarında geçerek tüm şehri turlamanızı sağlıyor. Her yer tabelalar, dönen yazılar, yanıp sönen lambalar, ledli aydınlatmalar.. Bizim işi yapan biri, mutlaka New York'u görmeli.
Sonra bizim gördüğümüz ve gittiğinizde mutlaka uğramanız gereken yerlere gelince;
Central Park; Bütün New York burada sabahları koşuyor, öğleden sonra piknik yapıyor.. Biz her sabah Starbucks kahvelerimiz ve yiyeceklerimizle burada kahvaltı yaptık.
Statue of Liberty; Özgürlük Anıtı, tabiki New York'un simgesi onu görmeden gelmek olmaz.
Emprie State; 102. katına kadar çıkılabiliyor ama biz 86 ya çıktık, King Kong'un binası, ben King Kong'u bekledim ama gelmedi...
New York Acquarium; Aman efendim yıllar yılı filmlerden izlediğimiz jawsların burada ta kendileri mevcuttu.
Brooklyn Bridge; Özellikle akşamüstü gidip, güneşi orada batırıp, ışıklı haline hayran olmanızı tavsiye diyorum.
Grand Zero; 11 Eylül'ün vurduğu ikiz kulelerin yerine açılacak müze daha tamamlanmamış, şehrin göbeğini böyle nasıl vurdukları beni gerçekten çok etkiledi.
Harlem; Koyu renkli tenli kardeşlerin oraya giden otobüste bir tek 3ümüzün beyaz olması, turist diye sırıtmamıza sebep oldu sanırım.
Rockefeller Center, Dünyayı yöneten ailenin, yine yüksek binası, meydanı ve heykelleri.
Wall Street; Dünyanın tüm parasının döndüğü cadde. Tam da krizin patladığı tarihten bir yıl sonra, oradaydık..
Times Square; Özellikle yılbaşlarında milyonlarca NewYorklunun yeni yılı karşıladığını haberlerden izlediğimiz ünlü meydan.
Broadway; Tüm müzikallerin ve tiyatroların bulunduğu cadde.
5 Avenue; Dünyanın en pahalı caddesi, tüm markaların en güzel mağazalarının da bulunduğu yer.
Metropolitan Museum of Art; ;Picasso'dan Rodin'e Van Gogh'tan Monet'e bir çok ünlü sanatçının eserlerini ve bir çok kültüre ait örnekleri bulabileceğiniz bir müze.
MOMA; Modern sanatın merkezi
NBC; Dünyaca ünlü NBC kanalının stüdyolarını gezdiren bir tur ve hemen bulunduğu yerde de dizilerden eşyalar satan bir Experience Store bulunmakta.
Roosvelt İsland; Teleferikle geçebilir bu şekilde manzarayı da izleyebilirsiniz.
Union Square; Yine mağazaların bulunduğu bir merkez.
ChinaTown; küçük Shangay dedikleri kadar varmış, sadece kolunuzdan tutup içeriye çekmeye çalışan Çinlilerle dolu bir semt.
Little Italy; Güzel yemekleriyle İtalyan Restaurantlarının bulunduğu yer.
Meat Packing Distreet; Topuklu ayakkabılarla arnavut kaldırımlarından yürüyüp, eğlenceye gidilecek en güzel yer.
Grand Central Terminal; Şehrin en eski tren istasyonu, oldukça da nostaljik.
New York Library;SATC'de Carry'in merdivenlerinde gelinlikle kalalaldığı kütüphane.
United States Post Office; Postane binası, çok etkileyici.
Macy's, Bloomingdales, Century 21, Forever 21 gibi mağazalar alışveriş için ideal. Hangi köşede görürseniz mutlaka girin derim.
Planet Holywood, Hard Rock Cafe, Apple Store, NBA Store, Mtv Store, Barnes & Noble, Yankees Clubhouse Shops, gibi yerlere de gitmeden dönmek olmaz tabiki...
New York'la ilgili ayrıntılı yazılara hem Kırmızı Baykuş'dan, hem Newyork'tan Sevgilerle'den, hem de Bilge'ciğimin sitesinden ulaşabilirsiniz..
Ama yok yok siz yine de bana da sormak isterseniz, mineyaman@gmail.com'dan yardımcı olmaya çalışırım...
Bunlarda benim yemek önerilerim;
İtalyan Restaurant - Cafe Fiorello İtalyan restaurantlarının en klasiklerinden, yemekleri bir harika.
İspanyol Cafe - Europa Cafe - Öğle yemekleri için ideal, her köşede var, istediğiniz salatayı yaptırıp, hemen orada yiyebiliyorsunuz.
Republic - Noodles :)
En güzel Pastane - Manoglia Bakery - Mutlaka gidin diyorum başka da bir şey demiyorum, içerideki o güzel kokunun 1.000 kalori olduğuna eminim..
Max Brenner - Chocolate by the Balo Man Herşeyin çikolatadan olduğu müthiş görüntülerle çıkan herkesin mutlu ayrıldığı yer.
Whole Foods Market - Hemen her semtte mevyeden pastane mamulleri ve sıcak yemeğe kadar herşeyin bulunduğu market. Alıp yeme imkanı burada da mevcut.
Hemen her köşede bulunan Sundee ve Candy Shoplar.
İşte böyle, 8 gün boyunca New York'un yazını da, yağmurunu da yaşadık ve her gün, yaşadığımız her an için ayrı ayrı şükrettik...
eklenipte karar vermek ve bileti almak için bir günümüz olunca, apar topar tarih seçmek durumunda kaldık, ki çok da iyi yapmışız, bugün olsa yine seçerim, hatta elimden gelse daha da uzun kalmak isterim :)
Uçak biletimizi alınca, ilk iş hemen konsolosluktan randevu ayarladık ki bu öyle kolay bir iş değil, önce İşbankasına 20 $ yatırmanız ve bu yatırdığınıza karşılık PIN numarası almanız gerekiyor, bununla ancak konsolosluğu arayıp görüşme için randevu alabiliyorsunuz. Ve o randevuya kadar uçak biletiniz, kalacak yeriniz, 131 $ Fortis'e yatırılacak vize ücretinin yanında, üzerinize ya da ailenize kayıtlı tüm tapular, çalıştığınız iş yerinin belgeleri hazırlayıp, yapacağınız kendinden emin görüşmeyle orada kalmayacağınıza inandırmanız gerekiyor konsolosluk görevlisini. Bununla da yetmiyor, vize almanız aslında ülkeye tam girişinizi garanti etmez diye bir evrakla ulaşan pasaportunuz sizi daha da tedirgin ediyor.
Kalacak yer içinse açtık hostels.com'u dedik ki, nerede kalmalıyız? Central Park'a yakın olsun yani 50 ile 65. caddeler arasında, West'te olsun ki, her yerin yakınında kalalım, bir de temiz olsun, güvenli olsun, okuduk yorumları, seçtik bize en uygun hostel'i. Ve biz 60. Cadde de Colombus Circle da kaldık ki, gerçekten temiz ve yakındı her yere, tavsiye olunur.
Bundan sonra elimde kitabım aktarmalı uçuşumuzun ilk durağında buldum kendimi, Müge; yol boyu Sex and The City'i anlatıp, Carry 'Her yıl milyonlarca insan New York'a 2L yi bulmaya gelir, Love ve Label....' derlerle beni NY'a hazırladı. Ve havaalanından Amerika kıtasını gördüğümüzde ağaçların arasındaki havuzlu evler şehrin hareketinden hiç ipucu vermiyordu aslında.
Ama gerçekten New York markaların, dev mağazaların, renkli insanların, güzel yemeklerin, kısaca hayatın şehri.. Ben Label'ı gördüm ama Love'ı New York'ta da bulamadım.:)
Her yanında ayrı bir hareket, ayrı bir eğlence olan Manhattan'ın ilk günden Times Square'ini ve Brodway'ini turladık,kişi başı 27 $ olan bir haftalık metropass kartlardan aldık, bu kartlar metro, tren ve otobüs gibi şehir içi tüm ulaşım araçlarında geçerek tüm şehri turlamanızı sağlıyor. Her yer tabelalar, dönen yazılar, yanıp sönen lambalar, ledli aydınlatmalar.. Bizim işi yapan biri, mutlaka New York'u görmeli.
Sonra bizim gördüğümüz ve gittiğinizde mutlaka uğramanız gereken yerlere gelince;
Central Park; Bütün New York burada sabahları koşuyor, öğleden sonra piknik yapıyor.. Biz her sabah Starbucks kahvelerimiz ve yiyeceklerimizle burada kahvaltı yaptık.
Statue of Liberty; Özgürlük Anıtı, tabiki New York'un simgesi onu görmeden gelmek olmaz.
Emprie State; 102. katına kadar çıkılabiliyor ama biz 86 ya çıktık, King Kong'un binası, ben King Kong'u bekledim ama gelmedi...
New York Acquarium; Aman efendim yıllar yılı filmlerden izlediğimiz jawsların burada ta kendileri mevcuttu.
Brooklyn Bridge; Özellikle akşamüstü gidip, güneşi orada batırıp, ışıklı haline hayran olmanızı tavsiye diyorum.
Grand Zero; 11 Eylül'ün vurduğu ikiz kulelerin yerine açılacak müze daha tamamlanmamış, şehrin göbeğini böyle nasıl vurdukları beni gerçekten çok etkiledi.
Harlem; Koyu renkli tenli kardeşlerin oraya giden otobüste bir tek 3ümüzün beyaz olması, turist diye sırıtmamıza sebep oldu sanırım.
Rockefeller Center, Dünyayı yöneten ailenin, yine yüksek binası, meydanı ve heykelleri.
Wall Street; Dünyanın tüm parasının döndüğü cadde. Tam da krizin patladığı tarihten bir yıl sonra, oradaydık..
Times Square; Özellikle yılbaşlarında milyonlarca NewYorklunun yeni yılı karşıladığını haberlerden izlediğimiz ünlü meydan.
Broadway; Tüm müzikallerin ve tiyatroların bulunduğu cadde.
5 Avenue; Dünyanın en pahalı caddesi, tüm markaların en güzel mağazalarının da bulunduğu yer.
Metropolitan Museum of Art; ;Picasso'dan Rodin'e Van Gogh'tan Monet'e bir çok ünlü sanatçının eserlerini ve bir çok kültüre ait örnekleri bulabileceğiniz bir müze.
MOMA; Modern sanatın merkezi
NBC; Dünyaca ünlü NBC kanalının stüdyolarını gezdiren bir tur ve hemen bulunduğu yerde de dizilerden eşyalar satan bir Experience Store bulunmakta.
Roosvelt İsland; Teleferikle geçebilir bu şekilde manzarayı da izleyebilirsiniz.
Union Square; Yine mağazaların bulunduğu bir merkez.
ChinaTown; küçük Shangay dedikleri kadar varmış, sadece kolunuzdan tutup içeriye çekmeye çalışan Çinlilerle dolu bir semt.
Little Italy; Güzel yemekleriyle İtalyan Restaurantlarının bulunduğu yer.
Meat Packing Distreet; Topuklu ayakkabılarla arnavut kaldırımlarından yürüyüp, eğlenceye gidilecek en güzel yer.
Grand Central Terminal; Şehrin en eski tren istasyonu, oldukça da nostaljik.
New York Library;SATC'de Carry'in merdivenlerinde gelinlikle kalalaldığı kütüphane.
United States Post Office; Postane binası, çok etkileyici.
Macy's, Bloomingdales, Century 21, Forever 21 gibi mağazalar alışveriş için ideal. Hangi köşede görürseniz mutlaka girin derim.
Planet Holywood, Hard Rock Cafe, Apple Store, NBA Store, Mtv Store, Barnes & Noble, Yankees Clubhouse Shops, gibi yerlere de gitmeden dönmek olmaz tabiki...
New York'la ilgili ayrıntılı yazılara hem Kırmızı Baykuş'dan, hem Newyork'tan Sevgilerle'den, hem de Bilge'ciğimin sitesinden ulaşabilirsiniz..
Ama yok yok siz yine de bana da sormak isterseniz, mineyaman@gmail.com'dan yardımcı olmaya çalışırım...
Bunlarda benim yemek önerilerim;
İtalyan Restaurant - Cafe Fiorello İtalyan restaurantlarının en klasiklerinden, yemekleri bir harika.
İspanyol Cafe - Europa Cafe - Öğle yemekleri için ideal, her köşede var, istediğiniz salatayı yaptırıp, hemen orada yiyebiliyorsunuz.
Republic - Noodles :)
En güzel Pastane - Manoglia Bakery - Mutlaka gidin diyorum başka da bir şey demiyorum, içerideki o güzel kokunun 1.000 kalori olduğuna eminim..
Max Brenner - Chocolate by the Balo Man Herşeyin çikolatadan olduğu müthiş görüntülerle çıkan herkesin mutlu ayrıldığı yer.
Whole Foods Market - Hemen her semtte mevyeden pastane mamulleri ve sıcak yemeğe kadar herşeyin bulunduğu market. Alıp yeme imkanı burada da mevcut.
Hemen her köşede bulunan Sundee ve Candy Shoplar.
İşte böyle, 8 gün boyunca New York'un yazını da, yağmurunu da yaşadık ve her gün, yaşadığımız her an için ayrı ayrı şükrettik...
Labels:
Amerika,
Broadway,
Brooklyn,
New York,
Times Square,
Wall Street
Wednesday, September 30, 2009
New York, New York...
Eveet, rüya şehir New York'taydım geçen hafta. Şimdi bu izlenimleri sizinle paylaşma zamanı geldi. Biraz toparlanayım, şu jetlag ı atlatayım hemen yazıcam.. Yazılarımda neler mi olacak, işte kısa başlıklar...
New York'a gitmek için ilk yapılması gerekenler nelerdir? Vize başvurusu nasıl gerçekleşir? Kalacak yer nasıl seçilir? Uygun uçak bileti nasıl ayarlanır?
Gezilecek en önemli yerler nerelerdir? Nasıl plan yapılır? Bir hafta en iyi ne şekilde değerlendirilir?
New York'ta nerede, ne yenir? Nerede alışveriş yapılır? Gitmeden önce okunması gereken bloglar hangileridir?
Hepsi, çok yakında, burada...
New York'a gitmek için ilk yapılması gerekenler nelerdir? Vize başvurusu nasıl gerçekleşir? Kalacak yer nasıl seçilir? Uygun uçak bileti nasıl ayarlanır?
Gezilecek en önemli yerler nerelerdir? Nasıl plan yapılır? Bir hafta en iyi ne şekilde değerlendirilir?
New York'ta nerede, ne yenir? Nerede alışveriş yapılır? Gitmeden önce okunması gereken bloglar hangileridir?
Hepsi, çok yakında, burada...
Labels:
Amerika,
Central Park,
gezi,
Lufthansa,
Manhattan,
New York,
Statue of Liberty,
USA
Friday, September 04, 2009
Bloglar ölüyor mu?
Bloguma başladığım Şems'in 40 kuralına bir türlü gereken önemi verip yazamadığımdan - aslında her birini ayrı postta girmeye kalkmak hataydı, kabul ediyorum - bu süreç size yıllardır sürüyomuş gibi geliyor, biliyorum. Ama henüz yarısını bitirdik, sanki bende, o 40 kuraldan birini yayınladığımda kendimi bloga yazı girmiş sandığımdan, buranın ne kadar zamandır sakin kaldığını ancak bugün fark edebiliyorum.
Bloga zaman ayırmayınca ben napıyorum peki, blog ve internet dünyasından uzak mıyım? Yoo. Takip ettiklerimi okumuyo muyum? Yoo. Mikroblogginge sarmış durumdayım, çok iyi olmasamda iyi bir Friendfeed ve twitter kullanıcısıyım. Özellikle sevdiğim köşe yazarlarının anlık paylaşımlarını twitter'dan takibe bayılıyorum. Takip ettiğim bloglara friendfeed'den daha hızlı ulaşıyorum, yeni yazarlar keşfediyorum, dünyadan anında haberdar oluyorum, bu fast blog özelliğini seviyorum.
Ben bunları yaparken, şu sağ kolonumda gördüğünüz takipteki arkadaşlarım neler yapıyor dersiniz? Bugün üşenmeden hepsinin bloguna ayrı ayrı baktım ve mikroblogging de, facebookta çok aktif olan arkadaşlarımın kendi sayfalarına aynı yoğunlukta zaman ayırmadıklarını gördüm. Bu nedemek oluyor, bu fast blog trendi herkesi sarmış. Yani her birimizin bir kaç yıl önce hevesle başladığı yazma serüveni, biraz sekteye uğramış durumda, bunun yanında tabiki durmadan bloguna yazı giren, sayfasını her an güncel tutan arkadaşlarım da yok değil, kendilerini tebrik ediyor, bu yazının dışında tutuyorum.
Merak edenler beni;
twitter'da buradan, friendfeed'de de buradan takip edebilir.
Pazarlama devam ediyor, iletişim devam ediyor.. Kısaca hayat devam ediyor, sonu gelmez, bloglamaya devam!
Bloga zaman ayırmayınca ben napıyorum peki, blog ve internet dünyasından uzak mıyım? Yoo. Takip ettiklerimi okumuyo muyum? Yoo. Mikroblogginge sarmış durumdayım, çok iyi olmasamda iyi bir Friendfeed ve twitter kullanıcısıyım. Özellikle sevdiğim köşe yazarlarının anlık paylaşımlarını twitter'dan takibe bayılıyorum. Takip ettiğim bloglara friendfeed'den daha hızlı ulaşıyorum, yeni yazarlar keşfediyorum, dünyadan anında haberdar oluyorum, bu fast blog özelliğini seviyorum.
Ben bunları yaparken, şu sağ kolonumda gördüğünüz takipteki arkadaşlarım neler yapıyor dersiniz? Bugün üşenmeden hepsinin bloguna ayrı ayrı baktım ve mikroblogging de, facebookta çok aktif olan arkadaşlarımın kendi sayfalarına aynı yoğunlukta zaman ayırmadıklarını gördüm. Bu nedemek oluyor, bu fast blog trendi herkesi sarmış. Yani her birimizin bir kaç yıl önce hevesle başladığı yazma serüveni, biraz sekteye uğramış durumda, bunun yanında tabiki durmadan bloguna yazı giren, sayfasını her an güncel tutan arkadaşlarım da yok değil, kendilerini tebrik ediyor, bu yazının dışında tutuyorum.
Merak edenler beni;
twitter'da buradan, friendfeed'de de buradan takip edebilir.
Pazarlama devam ediyor, iletişim devam ediyor.. Kısaca hayat devam ediyor, sonu gelmez, bloglamaya devam!
Labels:
aşk,
benim blogum,
blogger,
friendfeed,
mikroblogging,
şems,
twitter
Şemsin 40 Kuralı.. Yirminci Kural.
"Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir."
Şemsin 40 Kuralı.. Ondokuzuncu Kural.
"Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir."
Şemsin 40 Kuralı.. Onsekizinci Kural.
"Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan, sonunda mükafat olarak Yaradan'ı tanır."
Monday, August 24, 2009
Şemsin 40 Kuralı.. Onyedinci Kural.
"Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil kalpta olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik, kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir."
Şemsin 40 Kuralı.. Onaltıncı Kural.
"Kusursuzdur ya Allah, O'nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan'dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne lâyıkıyla bilebilir, ne lâyıkıyla sevebilirsin."
Friday, August 21, 2009
Bu böyle olabilir de..
Merhaba,
İşte tatilden geldim ve nedense her tatil dönüşü yaşadığım gibi şimdiyi de Sonbahar gelmiş de biz tekrar tam gaz çalışmaya başlamışız gibi hissediyorum. Bizim için yılın ikinci yarısı adledilen bu dönemle birlikte bugün Ramazan'da geldi. 11 ayın sultanı :) En sevdiğim, sakin olduğum, insanların iftarı beklerken içimi garip bir mutluluğun sardığı ve her seferinde yeniden bayram heyecanını taşıdığım bu ayın, hepimiz için güzel geçmesini diliyorum.
Bu yıl sakin bir tatil dileğiyle Ayvalık'taydım yine, aile fertlerimle birlikte şımardım, yüzdüm, bisiklete bindim, çimlere yattım, kitap okudum, güneşten faydalandım, ohh dedim geldim.. Rejime devam ettiğimden iyiki başka bir yere gitmedim zaten, böyle aç bilaç nerelerde dolaşıcam yahu. Bizim ailenin en miniğinin resmini de ekleyeyim de Ayvalık'ın nasıl daha da güzelleştiğini anlatabilmeme yardımcı olsun..
Yaptığım rejimin ilk 3 aylık devresini tamamlayınca ya da ideal kiloma gelince anlatacağım. Henüz 36. gündeyim :)
Çok meraklılar için özelden anlatırım hadi hadi kıyamam :P
Ama bu süreçte bana sonsuz destek olan başta Hatişim olmak üzere, pişirdiği sebze yemekleri için anneme, artık akşam yemeğinde et yemem için ısrar etmeyen babama, alışveriş listemi eksiksiz getirdiği için kardeşime, meyve saatimi asla unutturmayan Filiz'ciğime, dışarı çıkarken zorla meyve aldırdığım Okan'a, benimle dalga geçse de içten içe beni destekleyen Evren'e, beni böyle sevdiklerini söyleyen Ferhat'a, rejime ihtiyacım olmadığını söyleyip sürekli moral veren Adnan ve Sedat'a, benim için özel menü hazırlayan Gözde'ye ve Semra'ya, iş arkadaşlarımın tamamına, burada sayamadığım herkes ama herkese çoook teşekkür ederim :) Vay be, çok duygulu bir teşekkür yazısı oldu.
Yeni şarkı favorimi de yazıp bu postu gönderiyorum. Mustafa Ceceli'den Limon Çiçekleri.. İnsanın aşık olası geliyor walla.
İşte tatilden geldim ve nedense her tatil dönüşü yaşadığım gibi şimdiyi de Sonbahar gelmiş de biz tekrar tam gaz çalışmaya başlamışız gibi hissediyorum. Bizim için yılın ikinci yarısı adledilen bu dönemle birlikte bugün Ramazan'da geldi. 11 ayın sultanı :) En sevdiğim, sakin olduğum, insanların iftarı beklerken içimi garip bir mutluluğun sardığı ve her seferinde yeniden bayram heyecanını taşıdığım bu ayın, hepimiz için güzel geçmesini diliyorum.
Bu yıl sakin bir tatil dileğiyle Ayvalık'taydım yine, aile fertlerimle birlikte şımardım, yüzdüm, bisiklete bindim, çimlere yattım, kitap okudum, güneşten faydalandım, ohh dedim geldim.. Rejime devam ettiğimden iyiki başka bir yere gitmedim zaten, böyle aç bilaç nerelerde dolaşıcam yahu. Bizim ailenin en miniğinin resmini de ekleyeyim de Ayvalık'ın nasıl daha da güzelleştiğini anlatabilmeme yardımcı olsun..
Yaptığım rejimin ilk 3 aylık devresini tamamlayınca ya da ideal kiloma gelince anlatacağım. Henüz 36. gündeyim :)
Çok meraklılar için özelden anlatırım hadi hadi kıyamam :P
Ama bu süreçte bana sonsuz destek olan başta Hatişim olmak üzere, pişirdiği sebze yemekleri için anneme, artık akşam yemeğinde et yemem için ısrar etmeyen babama, alışveriş listemi eksiksiz getirdiği için kardeşime, meyve saatimi asla unutturmayan Filiz'ciğime, dışarı çıkarken zorla meyve aldırdığım Okan'a, benimle dalga geçse de içten içe beni destekleyen Evren'e, beni böyle sevdiklerini söyleyen Ferhat'a, rejime ihtiyacım olmadığını söyleyip sürekli moral veren Adnan ve Sedat'a, benim için özel menü hazırlayan Gözde'ye ve Semra'ya, iş arkadaşlarımın tamamına, burada sayamadığım herkes ama herkese çoook teşekkür ederim :) Vay be, çok duygulu bir teşekkür yazısı oldu.
Yeni şarkı favorimi de yazıp bu postu gönderiyorum. Mustafa Ceceli'den Limon Çiçekleri.. İnsanın aşık olası geliyor walla.
Labels:
arkadaşlarım,
Ayvalık,
Gözde,
hatiş,
Limon Çiçekleri,
Mustafa Ceceli,
rejim,
tatil
Şemsin 40 Kuralı.. Onbeşinci Kural.
'Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldur. Tek tek herbirimiz tamamlanmamış sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab, noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler..."
Thursday, August 06, 2009
Şemsin 40 Kuralı.. Ondördüncü Kural.
"Hakk'ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir, diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmayacağını?"
Şemsin 40 Kuralı.. Onüçüncü Kural.
"Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca, şeyh, şıh var. Hakiki mürşit; seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil."
Monday, August 03, 2009
Yarışma bittii!
Herkese Merhaba,
Yarışmamız sona erdi, kazananlara hediyeleri L’Oréal tarafından gönderilecek, hem L’Oréal'e hem de ilginiz için sizlere çok teşekkür ederim...
Sevgiler,
Yarışmamız sona erdi, kazananlara hediyeleri L’Oréal tarafından gönderilecek, hem L’Oréal'e hem de ilginiz için sizlere çok teşekkür ederim...
Sevgiler,
Thursday, July 23, 2009
L’Oréal'den sürpriz hediyeler...
L’Oréal'den sürpriz hediyeler kazanmak şimdi çok kolay...
Aşağıdaki sorunun doğru yanıtını hucreselgenclik@gmail.com adresine gönderin, hepimizin cildinin en sevdiği marka L’Oréal'den sürprizler kazanın!
Eveeet, işte şimdi sorumuz geliyor...
Derma Genesis Temizleyici ürün ailesinin kaç üyesi vardır?
a) 3
b) 4
c) 6
d) 5
Ve de benden size ufak bir ipucu... www.hucreselgenclik.com
Aşağıdaki sorunun doğru yanıtını hucreselgenclik@gmail.com adresine gönderin, hepimizin cildinin en sevdiği marka L’Oréal'den sürprizler kazanın!
Eveeet, işte şimdi sorumuz geliyor...
Derma Genesis Temizleyici ürün ailesinin kaç üyesi vardır?
a) 3
b) 4
c) 6
d) 5
Ve de benden size ufak bir ipucu... www.hucreselgenclik.com
Labels:
bakım,
güzellik,
Hücresel Gençlik,
Loreal,
sürpriz
Wednesday, July 22, 2009
Şemsin 40 Kuralı.. Onikinci Kural.
"Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu istesede istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıpta değişmeyen yoktur."
Friday, July 17, 2009
Açıkhava'da Candan Erçetin dinlemek..
Dün akşam Harbiye Açıkhava Sahnesindeki Candan Erçetin konserindeydim. Hani eskiler derler ya kulaklarımın pası silindi diye, işte bunun ne demek olduğunu dün akşam gördüm ve anladım..
Hep sevmişimdir bu kadını aslında ama canlı dinlemek anca bu zamana kısmet oldu.
Candan Erçetin konserini yeni albümünde söyleyeceği Unutursun diye öyle bir şarkıyla açtı ki, tüylerim diken diken olurken, diğer taraftan şarkının sözlerinin içimdeki bazı noktalara değdiğini hissedip hüzünlendim. Piano, 3 keman ve 1 viyolonsel ile söylediği ilk parti de - 4 farklı kıyafet giydi, her kıyafeti farklı bir parti olarak sayıyorum.- sesinin ne kadar güçlü olduğuna bir kez daha şahit olduk. Çok kişiyi canlı performansta izledim ama dün akşamki gerçekten farklıydı.
Sevdiğimiz şarkılardan devam ederken bizi eskilere götürecek nostaljik şarkılar da söyledi. Senede Bir Gün gibi..
Daha gözyaşlarımız kurumadan yavaş yavaş hareketlenerek, yerinde durmamaya başladı ve çıplak ayakla çıktığı 3. parti de sahnenin her alanını kullandı. Çoştukça çoştu ve tabiki çoşturdu.. Son bölümde ise rumeli türkülerinden hem balkanca hem türkçe örnekler söyleyerek, hepimize iyiki gelmişşiz dedirtti.
Seyirciye olan saygısı, sahne adabı, kibar teşekkürleriyle bile ne kadar farklı olduğunu bir kez daha ispatladı Candan Erçetin dün akşam sahnede. Hiç bitsin istemedik, zaten herkes yerleşmemiş olsada 9'u biraz geçe başladığı konserini, ses yasağının başladığı 12'yi biraz geçe bitirmişti ki, gitmeyen dinleyiciler sayesinde, bis'iyle konserin bitişi gece yarısını buldu.
Bir tek benim en sevdiğim, zamanında söylediğim, tekrar bana aynı şeyleri hissettirecek adamı beklediğim Hayranım Sana'yı söylemedi ama olsun, artık onuda başka zaman dinlerim...
Eğer Candan'ı seviyorsanız, bir kez de mutlaka açıkhava da dinleyin, bu postu erken yazmamın sebebi bu zaten, konserler bugün ve yarın akşamda Harbiye'de saat tam 21:00'de.
Hep sevmişimdir bu kadını aslında ama canlı dinlemek anca bu zamana kısmet oldu.
Candan Erçetin konserini yeni albümünde söyleyeceği Unutursun diye öyle bir şarkıyla açtı ki, tüylerim diken diken olurken, diğer taraftan şarkının sözlerinin içimdeki bazı noktalara değdiğini hissedip hüzünlendim. Piano, 3 keman ve 1 viyolonsel ile söylediği ilk parti de - 4 farklı kıyafet giydi, her kıyafeti farklı bir parti olarak sayıyorum.- sesinin ne kadar güçlü olduğuna bir kez daha şahit olduk. Çok kişiyi canlı performansta izledim ama dün akşamki gerçekten farklıydı.
Sevdiğimiz şarkılardan devam ederken bizi eskilere götürecek nostaljik şarkılar da söyledi. Senede Bir Gün gibi..
Daha gözyaşlarımız kurumadan yavaş yavaş hareketlenerek, yerinde durmamaya başladı ve çıplak ayakla çıktığı 3. parti de sahnenin her alanını kullandı. Çoştukça çoştu ve tabiki çoşturdu.. Son bölümde ise rumeli türkülerinden hem balkanca hem türkçe örnekler söyleyerek, hepimize iyiki gelmişşiz dedirtti.
Seyirciye olan saygısı, sahne adabı, kibar teşekkürleriyle bile ne kadar farklı olduğunu bir kez daha ispatladı Candan Erçetin dün akşam sahnede. Hiç bitsin istemedik, zaten herkes yerleşmemiş olsada 9'u biraz geçe başladığı konserini, ses yasağının başladığı 12'yi biraz geçe bitirmişti ki, gitmeyen dinleyiciler sayesinde, bis'iyle konserin bitişi gece yarısını buldu.
Bir tek benim en sevdiğim, zamanında söylediğim, tekrar bana aynı şeyleri hissettirecek adamı beklediğim Hayranım Sana'yı söylemedi ama olsun, artık onuda başka zaman dinlerim...
Eğer Candan'ı seviyorsanız, bir kez de mutlaka açıkhava da dinleyin, bu postu erken yazmamın sebebi bu zaten, konserler bugün ve yarın akşamda Harbiye'de saat tam 21:00'de.
Labels:
Candan Erçetin,
harbiye açıkhava,
keman,
piano,
Senede bir gün
Şemsin 40 Kuralı.. Onbirinci Kural.
"Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir "sen" zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir."
Monday, July 13, 2009
Mekanist.net, Bedük
Mekanist.net'i biliyordum da, üye değildim, kullanmıyordum. Bir gün FF'de, Bedük konserine davetiye verdiklerini duyunca, Bedük'ü de canlı dinlemek isteyince şansımı deneyip bir mail attım. Sağolsun mekanist.net'ten Zeynep hanım hemen döndü ve konsere gidebilmem için mekan yorumları yazmam gerektiğini hatırlattı. Ben de üye olup bir deneyeyim istedim yapabilecek miyim diye ama, üye olmamla ilk yorumu yazdıktan sonra karşıma gelen tüm pencerelere otomatik yorum yazmaya başladım. Yazdıkça yazıyordum, çoştumm. Ama bildiğin yerleri yorumlamak, başka gitmek isteyenler için öncü olmak çok keyifli geldi. Ben yorumlardan keyif alırken farkında olmadan performansımın Bedük davetiyelerini kazandığını ve Gezgin üyeliğe yükseldiğimi söylediler. Mekanist.net çok keyifli bir internet sitesi, ilk defa bir mekana gidecekseniz mutlaka buradaki yorumları bir okuyun. Böylelikle süprizlerle karşılaşma olasılığınız sıfırlansın.
Bu arada Bedük'ün performansı da çok iyiydi. Beğendim. Böyle daha çok üniversiteli gençlik grubu vardı ama, eh onların arasında ben de biraz daha gençleştim. Hot Bitch şarkısına da ayrıca bayılıyorum ve de bu aralar hep onu dinliyorum...Hehehe..
Şemsin 40 Kuralı.. Onuncu Kural.
"Ne yöne gidersen git, Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney, çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi sonunda arzı dolaşır..."
Thursday, July 09, 2009
The HANGOVER / Felekten Bir Gece
Ne zamandır bir filme bu kadar gülmemiştim, öyle bayık romantik komedi değil, sadece komedi olan filmi yine Warner Bros'un misafiri olarak bu kez çok daha küçük bir ekiple izledik. Gmall'ın sinemalarını seviyorum.
Filmin konusu 4 arkadaşın içlerinden birinin bekarlığa veda partisi için Vegas'a gitmeleriyle başlıyor. Filmde öyle güzel sahneler var ki, Vegas, bizleeri çağrıyor.. Vegas'a giden bu 4 kişinin kadeh kaldırmasıyla başlayan hikaye, damadın kaybolması, 3arkadaşın ertesi sabah hiç bir şey hatırlamaması, kaldıkları suit içerisinde bir bebek, bir kaplan ve bir horoz bulunması ve damadı bulma çalışmalarıyla eğlenceli bir saate hazır olun. Sanırım film 100 dakika sürüyor. Bu arada damadın arkadaşlarından Phil, çok yakışıklı...
Film, haziran ayında yayınlanmaya başlayan bloguyla da ilgi çekiyor. Haziran ayından beri, filmle ilgili gelişmeleri, yorumları okuyabilir ve oldukça merak uyandıracak şekilde hazırlanmış filmin fragmanını
Filmin konusu 4 arkadaşın içlerinden birinin bekarlığa veda partisi için Vegas'a gitmeleriyle başlıyor. Filmde öyle güzel sahneler var ki, Vegas, bizleeri çağrıyor.. Vegas'a giden bu 4 kişinin kadeh kaldırmasıyla başlayan hikaye, damadın kaybolması, 3arkadaşın ertesi sabah hiç bir şey hatırlamaması, kaldıkları suit içerisinde bir bebek, bir kaplan ve bir horoz bulunması ve damadı bulma çalışmalarıyla eğlenceli bir saate hazır olun. Sanırım film 100 dakika sürüyor. Bu arada damadın arkadaşlarından Phil, çok yakışıklı...
Film, haziran ayında yayınlanmaya başlayan bloguyla da ilgi çekiyor. Haziran ayından beri, filmle ilgili gelişmeleri, yorumları okuyabilir ve oldukça merak uyandıracak şekilde hazırlanmış filmin fragmanını
buradanizleyebilirsiniz.
Labels:
Felekten Bir Gece,
Gmall,
sinema,
The Hangover,
Warner Bros
Şemsin 40 Kuralı.. Dokuzuncu Kural.
"Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir."
Şemsin 40 Kuralı.. Sekizinci Kural.
"Başına ne gelirse gelsin, Karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda görmesende dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır.
Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir..."
Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir..."
Tuesday, July 07, 2009
Ice Age 3...
Sonunda izleyebildim, vizyona girdiği 1 Temmuz'dan itibaren meraktan çıldırdığım, fragmanları döndüğü zamandan beri heyecanla beklediğim Buz Devri - 3 Dinazorların Şafağı filmini, Ümraniye Carrefour'un 3 boyutlu AFM sinemasında izledim. Yani ne alaka Ümraniye Carrefour demeyeceğim, yine ilginç bir iş için oralardayken saati uyupta bilet bulunca, bildiğim bir sinemaya gitmeyi düşünmedim bile..
Sanki çok sevdiğim bir dizinin devamı gibi, o dev perde de Manny, Sid ve Diego'yla buluştuk. Her zamanki asabi Diego ve miskin Sid'i ne kadar da çok özlemişim.. Sid'e bayılıyorum ya, o Yekta Kopan'ın müthiş seslendirmesiyle ne de sevimli.
Hem 3 boyutlu, hem Türkçe izlemek istediğim için, ki animasyonları Türkçe izlemelisiniz bence, daha da keyifli oluyor, bir de 3 boyutlu gözlüğü takarak izlemek benim için zordu ama bu benim ilk deneyimimdi. Aa bir de bu filmde bizim meşe palamutu avcısı Scrat'ın cadı mı cadı bir sevgilisi çıktı ki ortaya.. Neyse daha fazla anlatmayayım da, siz en iyisi bu çizgi şölenini izleyin!
Labels:
AFM,
buz devri,
Carrefour,
ice age 3,
Yekta Kopan
Şemsin 40 Kuralı.. Yedinci Kural.
"Şu hayatta tek başına inzivaya kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat'i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin..."
Monday, July 06, 2009
Şemsin 40 Kuralı.. Altıncı Kural.
"Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur..."
Thursday, July 02, 2009
Erikli, Çanakkale..
Biz tamı tamına 10 yıldır bu kadar içiçeyiz de, neden birlikte böyle bir şeye kalkışmamışız hiç anlamıyorum. Bu sefer dayanamadık ve dedikki, haydi kalkın gidiyoruz. Tekirdağ üzerinden dura kalka, seyrede seyrede, yavaş yavaş vardık Erikli'ye. Tabiki Benden sonra Tufan olduğundan, hayatımın en şiddetli ve en fazla yağışını da orada gördüm, 6 saat süren sağnak olur mu? Oluyormuş inanın. Yağış bizi şehitliğe attığında, ben orada 20 yaşında şehit düşmüş askerlere ancak 27 yaşında gidebildiğim için çok utandım kendimden. Sanıyordum ki bu şehitlik sadece bir alan, ama nerede? Tüm Gelibolu Yarımadası dolu dolu tarih kokuyor, kahramanlık, gurur, özveri, destan kokuyor.
Hele Atatürk'ün düşman askerlerinin ardından döktürdüğü şu satırlar;
"Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükün içinde uyuyunuz. Sizler, mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır." 1934
O kadar etkileyici ki, tüyleriniz diken diken oluyor.
Efenim, biz Erikli'de yedik, içtik, eğlendik, denize girdik, uyuduk, gezdik, şarkı söyledik ve geldik. Çok keyifli zaman geçirdik.
Giderken yolda Tekirdağ'da kahvaltı ettik, dönerken de yine Tekirdağ'da köfte yedik, üstteki resimlerden biri orada çekildi, resmimizi çeken garson, işi biliyor tabi, hemen aldı menüyü öne koydu, bizim de adımız çıksın fotoğrafta dedi, şimdi gördüğünüz gibi bizden daha fazla köftecinin adı gözüküyor. İşte pazarlama kanının her damlasında bunu hissedenlerin, ilmidir.
Bizim bu keyifli zamanlarımıza şu şarkı damgasını vurdu: Süper güzel bir şarkı..
Yüksek Sadakat Haydi gel İçelim
Bugün çok yorulmuşsan
Her yerde arayıp
Yine de bulamamışsan
O seni unutmuş
Sen unutamamışsan
Kalbinin kuşu uçmuş
Sen tutamamışsan
Haydi gel, (Haydi gel içelim)
Derdini al da gel, (Haydi gel içelim)
Bu evrende bir tozsun
Tarih seni unutsun
Haydi gel içelim
Topla da gel, (Haydi gel içelim)
Hepsini al da gel, (Haydi gel içelim)
Mazi kalbinde yaraysa
Unut artık ne varsa
Haydi gel içelim
Yerlere düşelim
Zaten bu ara Haydi Gel İçelim'e, Sertab'dan Bu Böyle'ye, Kenan'dan Rütbeni Bileceksin'e, Göksel'in Mektubumu Buldun mu, Baksana Talihe ve Ağlamak Güzeldir'ine, Teoman'ın Çoban Yıldızı'na ve tabiki yine yeniden Michael Jackson şarkılarına taktım, taktım.. Hepsi birbirinden güzel.
Çünkü biz Erikli'deyken; Popun yıldızı, gençliğimizin en büyük anılarından biri olan Michael Jackson, kalp krizinden 50 yaşında öldü. Onun şarkılarıyla ayna karşısında moonwalk yapmaya kalkmış, dans etmiş, bağıra bağıra şarkılarını söylemiş bir neslin çocukları olaraktan ölümünden çok etkilendim. Sanki biraz daha büyüdüm, sanki birisi geçmişime dokununca incindim. Sanki...
Labels:
Atatürk,
Çanakkale,
Erikli,
Haydi gel içelim,
kalp krizi,
Michael Jackson,
şehitlik,
Tekirdağ,
Yüksek Sadakat
Şemsin 40 Kuralı.. Beşinci Kural.
"Aklın kimyası ile Aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. "Aman sakın kendini" diye tembihlenir.
Halbuki AŞK öylemi? Onun tek dediği: "Bırak kendini, ko gitsin!"
Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!"
Halbuki AŞK öylemi? Onun tek dediği: "Bırak kendini, ko gitsin!"
Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!"
Tuesday, June 30, 2009
Şemsin 40 Kuralı.. Dördüncü Kural.
"Kainattaki her zerrede Allah'ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü o camide, mescitte, kilisede, havrada değil, heran heryerdedir. Allahı görüp yaşamayan olmadığı gibi, O'nu görüpte ölende yoktur. Kim O'nu bulursa, sonsuza dek O'nda kalır... "
Şemsin 40 Kuralı.. Üçüncü Kural.
"Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonraki batıni mana. Üçüncü seviye batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye."
Monday, June 22, 2009
Şemsin 40 Kuralı.. İkinci Kural.
"Hak yolunda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Klavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!"
Friday, June 19, 2009
Şemsin 40 Kuralı.. Birinci Kural.
"Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demekki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok eğer, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şevkat arıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir."
Şems'in 40 Kuralı...
Evet, bir nefeste okuduğum Elif Şafak'ın aşk adlı romanında yer alan Tebriz'li Şems'in 40 Kuralını tek tek belirli dönemlerde blogumda yayınlamaya karar verdim. Hem tarihe düşülmüş olsun diye, hem geçen sene başladığım Mevlana postlarının devamı niteliğinde, hem de çok ama çok beğendiğim için, unutmamak için burada da olsun istedim. Kitabı okuyan herkesin ne çok etkilendiği açık, tasavvuf felsefesinin gigide yükselişte olduğu da. Kimileri bunun moda olduğunu söylüyor ama moda olmak tasavvufa aykırı zaten.
"Her badireden ve tecrübeden sonra, hiç bir kitapta yazılı olmayan, sadece can defterime nakşedilmiş kurallara bir yenisini daha ekledim. Bunlara bir ad verdim " Gönlü Geniş Ve Ruhu Gezgin Sufi Meşreplilerin Kırk Kuralı"
Bu kurallar benim için tabiat kanunları kadar evrensel, onlar kadar temeldir. Bu kuralların kırkını birden tamama erdirmek uzun senelerimi aldı. Nicelerini silip silip yeniden yazdım. Şimdi artık eklenecek ne bir virgül kaldı ne nokta. Ne bir harf, ne yeni bir kelime. Artık kırk kural da bittiğine göre, ömrü hayatımın son faslındayım." ( Tebriz' li Şems )
Sizlerinde bu 40 kuraldan çok şey öğreneceğinize eminim, o yüzden çok sevdiğim şu Çin Atasözünü de ekleyerek yazmaya başlıyorum.
"Bilgiyi kendinize saklarsanız başarılı, başkalarıyla paylaşırsanız efsane olursunuz."
"Her badireden ve tecrübeden sonra, hiç bir kitapta yazılı olmayan, sadece can defterime nakşedilmiş kurallara bir yenisini daha ekledim. Bunlara bir ad verdim " Gönlü Geniş Ve Ruhu Gezgin Sufi Meşreplilerin Kırk Kuralı"
Bu kurallar benim için tabiat kanunları kadar evrensel, onlar kadar temeldir. Bu kuralların kırkını birden tamama erdirmek uzun senelerimi aldı. Nicelerini silip silip yeniden yazdım. Şimdi artık eklenecek ne bir virgül kaldı ne nokta. Ne bir harf, ne yeni bir kelime. Artık kırk kural da bittiğine göre, ömrü hayatımın son faslındayım." ( Tebriz' li Şems )
Sizlerinde bu 40 kuraldan çok şey öğreneceğinize eminim, o yüzden çok sevdiğim şu Çin Atasözünü de ekleyerek yazmaya başlıyorum.
"Bilgiyi kendinize saklarsanız başarılı, başkalarıyla paylaşırsanız efsane olursunuz."
Labels:
aşk,
çin atasözü,
efsane,
elif şafak,
mevlana,
şems
Tuesday, June 09, 2009
Bebeklife çıktı, hemen okuyun...
Artık nerede yazıyorum bilin...
Eveeet, İstanbul'un en sevdiğim semti Bebek'ten adını alan, Ortaköy'den Sarıyer'e tam o boğaz hattında dağıtılan, kültür, yaşam, moda, röportaj gibi bir çok konuyu sizlerle paylaşan, paylaşırken hiç sıkmayan, keyfinize keyif katan, keyif katarken neşelendiren, neşelendirirken düşündüren dergi BEBEKLİFE da ben de yazıyorum... Sadece yazıyor muyum, aynı zamanda moda sayfalarıyla da ilgileniyorum, bir de yenilikler, yeni ürünler hakkında bilgiler veriyorum. Evet, evet ben yapıyorum :)
Şimdi boğazda herhangi bir mekana gittiğinizde hemen dergimizi soruyorsunuz, yoksa mekandan alıp giden kişiye de kızmıyorsunuz, böyle güzel bir dergiyi eve götürmek istemiştir, başka mekanda buluyorsunuz, bir güzel dergimizi inceliyorsunuz ve tüm dilek, istek ve şikayetlerinizi bizimle paylaşıyorsunuz. Çünkü bizler yorumlarınızı merakla bekliyoruz...
Dergimizi digital ortamda okumak için;
http://www.dijimecmua.com/bebeklife/
Monday, June 01, 2009
Şampiyon BEŞİKTAŞ...
Beşiktaş'lıyız Beşiktaş'lı..
Anlayamaz kimse bu aşkı...
Bekçisiyiz Kopsa Kıyamet..
SİYAH - BEYAZ bize emanet..
Totem yapmıştım, şampiyonluk ilan edilene dek, bu konuda yazmayacaktım, işte en sonunda dileklerim oldu, 2009 Türkiye Kupasını kazanan, 2008-09 Türkiye Ligi Şampiyonu olan Beşiktaş'ımı canı gönülden tebrik ediyorum.
Cumartesi günü Pınar'ın Doğum günü için hazırlanırken, tvde Beşiktaş çarşısında maç izlemek için toplanan kalabalığı görünce, kendimi Beşiktaş çarşı içerisinde buluverdim, Denizli hepimizi korkutuyordu ki, daha önce bir çok takımın elinden şampiyonluğu almıştı. Gücü tabiki -şükürki- Beşiktaş'a yetişemedi. Son haftaya kadar heyecanın sürdüğü ligde son haftaki maçını da alarak Beşiktaş, şampiyon oldu. Bence ligin bu kadar heyecanlı ve hareketli sürmesi çok daha keyifli. Bir Sivaslı olarak, Beşiktaş ve Sivas ın elele şampiyonlar ligine gidecek olmasından çok memnunum. Çok kısa bir süre içerisinde Anadolu takımlarının da şampiyon çıkartacağına eminim, o yüzden umarım gerekli alt yapı bir an önce sağlanır, takımlar ve oyuncular, dünyanın en büyük endüstrisine sahip futbol oyunu içerisinde daha da gelişir.
Mustafa Denizli'siyle, Bobo'suyla, Delgrado'su, Yusuf'uyla, İbrahim Toraman'ı ve Üzülmeziyle, Çarşısıyla, genci yaşlısı tüm taraftarlarıyla Beşiktaş'ım sen çok yaşaaa, canım feda olsun sanaa...
Şampiyonluk bizim, kupa bizim... Şimdi tadını çıkarma zamanı...
Labels:
beşiktaş,
Bobo,
Çarşı,
Delgrado,
Lig,
Mustafa Denizli,
pınar,
siyah-beyaz,
Türkiye kupası
Thursday, May 21, 2009
Senden Öğrendim
Gittin, kanadı kırık kuştum
Sustum, sözlerine küstüm
Hani kırılırsın siyaha
Nöbet nöbet geceler boyunca,
Dün güne dize gelince,
Yürek acılara doyunca,
O tez dönüsün gec olunca,
Kendime tahammülü öğrendim..
Kördüm, bilendim, seni unutmayı öğrendim..
Sen yoktun ben yalnız kalmayı öğrendim,
Acıya duvar gibi durmayı ögrendim,
Kaybolmuş bir dilin sözcükleri gibi,
Köksüz, bağsız durmayı öğrendim..
Vazgectiysen hep sağnak yağışlarımdan,
Vazgectiysen bitmek bilmez kışlarımdan,
Korkma kimseye ödenecek borcum yok,
Yok saymayı ben senden öğrendim..
Sustum, sözlerine küstüm
Hani kırılırsın siyaha
Nöbet nöbet geceler boyunca,
Dün güne dize gelince,
Yürek acılara doyunca,
O tez dönüsün gec olunca,
Kendime tahammülü öğrendim..
Kördüm, bilendim, seni unutmayı öğrendim..
Sen yoktun ben yalnız kalmayı öğrendim,
Acıya duvar gibi durmayı ögrendim,
Kaybolmuş bir dilin sözcükleri gibi,
Köksüz, bağsız durmayı öğrendim..
Vazgectiysen hep sağnak yağışlarımdan,
Vazgectiysen bitmek bilmez kışlarımdan,
Korkma kimseye ödenecek borcum yok,
Yok saymayı ben senden öğrendim..
Wednesday, May 06, 2009
Melekler & Şeytanlar / Angels & Demons
Melekler & Şeytanlar Dan Brown'un Da Vinci'nin Şifresinden önceki kitabıydı. 2006 yılında (tarihi yanlış hatırlıyor olabilirim) o kadar meşhur olmuştu ki bu kitaplar, ben elime alıpta okuyamayınca kendime kızmıştım, beni neden sarmıyor diye. Sonra Da Vinci'nin filmini de izledik ve neden okuyamadığımı o zaman anladım. Beni sarmamıştı.. Binleri peşinden götürmüş olabilir ama ben okuyamamıştım işte.
Kitabını okuyamadığımdan Melekler ve Şeytanlar filminin fragmanı ilgimi çekmişti aslında, izlemeye değer bir film olduğunu düşündüm ve Warner Bros'un bu film için özel gösterimdeki davetine katıldım. Film ABD'de de Türkiye ile birlikte 15 Mayıs'ta vizyona girecek, bu kadar hayranı olan bir filmi, bize önceden izlettiği için Warner Bros'a ayrıca teşekkür ederim.
Filmde; Papa'nın ölümünden sonra yerine seçilecek 4 papa adayını ve Cern labaratuarlarında hazırlanan patlayıcı maddeyi kaçırıp, papaları öldüren bir örgütü yakalama ve Vatikan havaya uçmadan önce, patlayıcı maddeyi bulup, Roma'yı kurtarmaya çalışan bir macerayı seyrettik.
Film vasattı bence tahmin edilebilirdi, sadece bir kaç yerde şaşırdım. En iyisi susayım, yoksa çok daha fazlasını kaçırıcam ağzımdan, ben susayım, siz izleyin, sonra yine konuşalım... Yukarıda da dediğim gibi, film 15 Mayıs'ta sinemalarda...
Labels:
Da Vincinin Şifresi,
Dan Brown,
Melekler ve Şeytanlar,
sinema
Thursday, April 30, 2009
Kelebeğin Tasarımları...
Şu Facebook çılgınlığı büyüdükçe büyüyor, networking özelliğinin yanında eski arkadaşlarınızı bulmak, neler yaptıklarından haberdar olmak bence en büyük nimeti. Çünkü okul bitmiş, aradan yıllar geçmiş, herkes kendini işine gücüne kaptırmışken, kimin nerde nasıl olduğunu bilmek bence gerçekten gerekli.
İşte böyle Özlemcim'le tekrar karşılaşmamız. Kendisi benim üniversiteden arkadaşım. Çalışma gayesine kapıldığımızdan birbirimizden uzaklaşmış olsakta, tekrar facebookta buluştuk ve tasarımlarından o zaman haberim oldu.
Evet resimde gördüğünüz tüm bu şahane şeyleri kendisi yapıyor, çantalar, kolyeler, taçlar, taraklar, şallar.. Bayıldım bayıldım. Özlemcim, hayal dünyasının zenginliği ile, elindeki bir çok malzemeden her biri ayrı sanat eseri olan resimdeki ürünleri yaratıp şimdi bunları isteyenlere satmaya başladı. Ben nasıl emek verildiğini bildiğimden kullanmaya kıyamıyorum ama her gören bayılıp sitesini ziyarete başlıyor.
Anneler Gününün yaklaştığı şu günlerde orjinal bir hediye arıyorsanız size kelebeğimizin tasarımlarını önerebilirim. Buradan ulaşabilirsiniz.
Anneme benden sıra gelmez diyorsanız, hem annenize hem kendinize sipariş verin diyorum, sonra başkasında görür, üzülürsünüz..
Labels:
aksesuar,
Anneler Günü,
facebook,
hediye,
Kelebeğin Tasarımları
Wednesday, April 22, 2009
Bu blog bugün Metehan'ın.
Bugün 23 Nisan. Atamızın tüm dünya çocuklarına armağan ettiği bu bayramda bende koltuğuma bir afacan oturtmak istedim, Cankız Hanım yardımlarıyla Tohum Otizm Vakfından Sevgili Metehan'ın resmini ulaştırdı, bana da sadece yayınlamak kaldı...
12 yaşındaki Metehan'a çok teşekkür ediyorum.
Tohum Otizm Vakfı ile ilgili ayrıntılı bilgi almak için tıklayınız.
Monday, April 20, 2009
23 Nisan için yazar aranıyor!
Tuesday, April 14, 2009
Günler geçiyor, sen ne dersen de..
Bir gün hiç tanımadığınız birinden tam 14 gündür yazmadığınıza dair bir mesaj gelirse, sadece arkadaşlarınızın değil, başkalarının da sizi okuduğunu düşünerek, ayaklarınızın yerden kesileceğini biliyor musunuz?
Ya da pazarlama konusunda destek olmaya çalıştığınız birinin, yazdığınız bir yazıyı sorgulayıp, o kişinin siz olup olmadığınızı merak ettiğini söylemesine ne kadar şaşırabileceğinizi?
Arkadaşlarınız dışında tanımadığınız kişilerin sizi tıklayanlara ulaşmak için sizin blogunuzda yer almak istemelerinin ne kadar keyifli olduğunu?
Bu keyif verenler listesi çok uzayabilir ve beni en iyi bir yerde blogu olupta yazanlar anlayabilir…
Hadi onu da geçtim, geçen sene binbir ısrar kıyamet aday olduğum Blog Ödüllerine, bu sene de aday oldum. Ey okuyucu, eğer sen de beni ödüllendirmek istersen şu adresten bana oy verebilirsin.Banane ya seni neden ödüllendiricem dersen de peki, sen bilirsin..
http://2009.blogodulleri.com/
http://2009.blogodulleri.com/kategori/6
Evet uzun zamandır yazmıyorum ya peki neler yapıyorum?
İşle ilgili stres olmaya devam ediyorum ama kendi kendimi de terapi edebiliyorum artık.
Bizim Hatice Kuantum işine dalmış, ben korkuyorum dedim, zaten zihnim doldu artık aralardan taşıyor, bir de onunla ilgilenirsem tamamen uçarım ben, kimse tutamaz. Hem artık kişisel gelişim kitaplarından sıkıldım yahu, hepimiz her konuda ne kadar uzmanız değil mi? Bu yok Kuantum, yok Secret, yok bilmemne.. Bunun hepsinin hikayesi aynı değil mi? Kendinize dönün, kendinize.. Şems’in Allah’I ararken, kendisinde bulması gibi, hadi bakalım, kalbimizi dinliyor ve aklımızla hareket ediyoruz. Biiir, ikiii, üüüç.
Bedük’ün Aşka Gel şarkısını ilk emreyaziyor.com da duymuştum. Sevgili Emrenin maceralarını dinlerken yani okurken, arkada çalan şarkı beni o kadar içine aldıki, çalışırken, spor yaparken falan acayip gaza getiriyor beni, aş kendini, aşka geel.. dım dım dımm.. Tavsiye ediyorum. Bedük’ü tanıyalı çok zaman olmadı ama adamın Automatic şarkısının kolbastıyı canlandırdığı düşünülürse, gelecek zamanda adını çok daha fazla duyacağımız kesin. Bu arada geçen gün Kolbastıyı ilk defa canlı izledim, bence bu bir danstan çok bir animasyon. Birbirlerini itiyorlar, yatıyor, kalkıyorlar, çok ilginç valla. Ben de yapsam, formumu korurmuyum?
Tam bu yazıyı yazıp, Emre'ye köprü vermeye çalışırken fark ettim ki, emreyazıyor.com Cornetto'nun sitesi olmuş, yani kandırıldık, Emre gerçekten aşkını itiraf edemeyen biri değil, Cornetto'nun hayal kahramanıymış, reklamda bu şarkıyı duyunca anlamalıydım, ne kadar safım yahu...
Elif Şafak yeni dönemin yükselen yazarlarından medyada çok haber olduğundan mıdır nedir, kendisinden pek hoşlanmıyordum ama öncelikle Bilge’s Diary’de gördüğüm kitabının Mevlana dan bahsettiğini görünce hemen edindim. Aşk, çok güzel bir kitap, şimdi başlarındayım, nefesimi tuttum, okuyorum.
Sinemaya bu aralar Warner Bros davetlisi olarak gidebiliyorum. Mesela en son izlediğim Pembe Panter 2 kafanızı dağıtmak için gidilmesi gereken filmlerden biri. Şimdi birlikte izlediğimiz arkadaşlar Clint Eastwood'lu Gran Torino’dan, Will Smith'li Seven Pounds’dan, Brad Pitt'li Benjamin Button’dan (ki onu ben kendim izlemiştim, sizlerle izleyemedik) bahsetmeden, Pembe Panter mi dedin diye bana kızmasınlar lütfen. Onları ben yazana kadar zamanları geçti, ama ben yazmamış olsam da herkes izlemiştir diye düşünüyorum. Ayrıca sizsiz film izlemek zor gelmeye başladı, sinemaya gittiğimde Duygu Hanım’ın bizi güleryüzlü karşılama ve uğurlamasını görmeyeceksem, sizlerle film üzerinde konuşamayacaksam, ne anladım ben o filmden di mi ama..
O değilde koskoca Film Festivali geldi geçiyor, hala bir filme gidipte izleyemedim, bir tezimiz vardı, Babylon’da ilginç bir isim alıp, ben bile sahneye çıksam, tüm mekan dolar, film festivalinde kamera bir yerde unutulup, çekim yapılmış olsa, ona bile billet bulunamaz diye, gerçekten öyle kardeşim sanata ne kadar destek veren bir toplumuz hepimiz, herkes film festivalinde mi, ya da gidenler neden benim çevremde değil ve ben neden billet bulamıyorum? O şahane filmler gişedeyken neden kimse izlemez, izleyenler neden beğenmez de, şimdi billet bulunamaz? Hım, hım? Bu bilet mevzusuna çok fena taktım.
Yaratıcı Yazarlık kurslarının neden hepsi Avrupa Yakasında, Gebze de çalışıp, Anadolu Yakasında yaşayan biri olarak ben istemezmiyim bir akşamım bu keyifli atölye de geçsin, ben istemezmiyim yazdıklarımı biri düzeltsin, zihnimdeki kurgularım değerlendirilsin, fikir söylensin. Ama neden yok, neden, neden?
2 hafta once Beşiktaş – Kayserispor maçındaydım. Aman Aman İnönü stadına gitmeyi ne kadar çok özlemişim yahu, o atmosfer, karşıdan Çarşıyı yani Kapalıyı izlemek, marşlara eşlik etmek, küfür edenlere hala dehşetle bakmak o kadar keyifliydi ki, ben seviyorum bu Beşiktaş kokusunu. Bu hafta da Beşiktaş-Bursaspor maçındayım, beklerim…
Bahar geldi, ben baharın geldiğini en çok kenarlarda köşelerde Mine’ler açınca anlarım. O masmavi, turuncu çiçekcikleri görünce derim ki haydi Mine, derin bir nefes al ve bu hayatın tadını çıkar. İyi baharlar olsun hepinize.
Mine’leri sakın koparmayın, koparınca çiçekleri hemen düşüyor bu arada.
Resim… NAR
Yani siz anladınız zaten nar olduğunu ama ne alaka demeyin, artık her yerde çok meşhur oldu, gsm operatörlerinin kampanyalarında, kafe isimlerinde, PR ajanslarında.. Bende böyle el çantam gibi karmakarışık bir yazıyı tek başlık altında yazınca nar resmi eklemek istedim. Yani siz sandınız bir konu, bir okudunuz bin konu…
Mine Çiçeği mi koysaydım resme, ay karar veremedim….
Ya da pazarlama konusunda destek olmaya çalıştığınız birinin, yazdığınız bir yazıyı sorgulayıp, o kişinin siz olup olmadığınızı merak ettiğini söylemesine ne kadar şaşırabileceğinizi?
Arkadaşlarınız dışında tanımadığınız kişilerin sizi tıklayanlara ulaşmak için sizin blogunuzda yer almak istemelerinin ne kadar keyifli olduğunu?
Bu keyif verenler listesi çok uzayabilir ve beni en iyi bir yerde blogu olupta yazanlar anlayabilir…
Hadi onu da geçtim, geçen sene binbir ısrar kıyamet aday olduğum Blog Ödüllerine, bu sene de aday oldum. Ey okuyucu, eğer sen de beni ödüllendirmek istersen şu adresten bana oy verebilirsin.Banane ya seni neden ödüllendiricem dersen de peki, sen bilirsin..
http://2009.blogodulleri.com/
http://2009.blogodulleri.com/kategori/6
Evet uzun zamandır yazmıyorum ya peki neler yapıyorum?
İşle ilgili stres olmaya devam ediyorum ama kendi kendimi de terapi edebiliyorum artık.
Bizim Hatice Kuantum işine dalmış, ben korkuyorum dedim, zaten zihnim doldu artık aralardan taşıyor, bir de onunla ilgilenirsem tamamen uçarım ben, kimse tutamaz. Hem artık kişisel gelişim kitaplarından sıkıldım yahu, hepimiz her konuda ne kadar uzmanız değil mi? Bu yok Kuantum, yok Secret, yok bilmemne.. Bunun hepsinin hikayesi aynı değil mi? Kendinize dönün, kendinize.. Şems’in Allah’I ararken, kendisinde bulması gibi, hadi bakalım, kalbimizi dinliyor ve aklımızla hareket ediyoruz. Biiir, ikiii, üüüç.
Bedük’ün Aşka Gel şarkısını ilk emreyaziyor.com da duymuştum. Sevgili Emrenin maceralarını dinlerken yani okurken, arkada çalan şarkı beni o kadar içine aldıki, çalışırken, spor yaparken falan acayip gaza getiriyor beni, aş kendini, aşka geel.. dım dım dımm.. Tavsiye ediyorum. Bedük’ü tanıyalı çok zaman olmadı ama adamın Automatic şarkısının kolbastıyı canlandırdığı düşünülürse, gelecek zamanda adını çok daha fazla duyacağımız kesin. Bu arada geçen gün Kolbastıyı ilk defa canlı izledim, bence bu bir danstan çok bir animasyon. Birbirlerini itiyorlar, yatıyor, kalkıyorlar, çok ilginç valla. Ben de yapsam, formumu korurmuyum?
Tam bu yazıyı yazıp, Emre'ye köprü vermeye çalışırken fark ettim ki, emreyazıyor.com Cornetto'nun sitesi olmuş, yani kandırıldık, Emre gerçekten aşkını itiraf edemeyen biri değil, Cornetto'nun hayal kahramanıymış, reklamda bu şarkıyı duyunca anlamalıydım, ne kadar safım yahu...
Elif Şafak yeni dönemin yükselen yazarlarından medyada çok haber olduğundan mıdır nedir, kendisinden pek hoşlanmıyordum ama öncelikle Bilge’s Diary’de gördüğüm kitabının Mevlana dan bahsettiğini görünce hemen edindim. Aşk, çok güzel bir kitap, şimdi başlarındayım, nefesimi tuttum, okuyorum.
Sinemaya bu aralar Warner Bros davetlisi olarak gidebiliyorum. Mesela en son izlediğim Pembe Panter 2 kafanızı dağıtmak için gidilmesi gereken filmlerden biri. Şimdi birlikte izlediğimiz arkadaşlar Clint Eastwood'lu Gran Torino’dan, Will Smith'li Seven Pounds’dan, Brad Pitt'li Benjamin Button’dan (ki onu ben kendim izlemiştim, sizlerle izleyemedik) bahsetmeden, Pembe Panter mi dedin diye bana kızmasınlar lütfen. Onları ben yazana kadar zamanları geçti, ama ben yazmamış olsam da herkes izlemiştir diye düşünüyorum. Ayrıca sizsiz film izlemek zor gelmeye başladı, sinemaya gittiğimde Duygu Hanım’ın bizi güleryüzlü karşılama ve uğurlamasını görmeyeceksem, sizlerle film üzerinde konuşamayacaksam, ne anladım ben o filmden di mi ama..
O değilde koskoca Film Festivali geldi geçiyor, hala bir filme gidipte izleyemedim, bir tezimiz vardı, Babylon’da ilginç bir isim alıp, ben bile sahneye çıksam, tüm mekan dolar, film festivalinde kamera bir yerde unutulup, çekim yapılmış olsa, ona bile billet bulunamaz diye, gerçekten öyle kardeşim sanata ne kadar destek veren bir toplumuz hepimiz, herkes film festivalinde mi, ya da gidenler neden benim çevremde değil ve ben neden billet bulamıyorum? O şahane filmler gişedeyken neden kimse izlemez, izleyenler neden beğenmez de, şimdi billet bulunamaz? Hım, hım? Bu bilet mevzusuna çok fena taktım.
Yaratıcı Yazarlık kurslarının neden hepsi Avrupa Yakasında, Gebze de çalışıp, Anadolu Yakasında yaşayan biri olarak ben istemezmiyim bir akşamım bu keyifli atölye de geçsin, ben istemezmiyim yazdıklarımı biri düzeltsin, zihnimdeki kurgularım değerlendirilsin, fikir söylensin. Ama neden yok, neden, neden?
2 hafta once Beşiktaş – Kayserispor maçındaydım. Aman Aman İnönü stadına gitmeyi ne kadar çok özlemişim yahu, o atmosfer, karşıdan Çarşıyı yani Kapalıyı izlemek, marşlara eşlik etmek, küfür edenlere hala dehşetle bakmak o kadar keyifliydi ki, ben seviyorum bu Beşiktaş kokusunu. Bu hafta da Beşiktaş-Bursaspor maçındayım, beklerim…
Bahar geldi, ben baharın geldiğini en çok kenarlarda köşelerde Mine’ler açınca anlarım. O masmavi, turuncu çiçekcikleri görünce derim ki haydi Mine, derin bir nefes al ve bu hayatın tadını çıkar. İyi baharlar olsun hepinize.
Mine’leri sakın koparmayın, koparınca çiçekleri hemen düşüyor bu arada.
Resim… NAR
Yani siz anladınız zaten nar olduğunu ama ne alaka demeyin, artık her yerde çok meşhur oldu, gsm operatörlerinin kampanyalarında, kafe isimlerinde, PR ajanslarında.. Bende böyle el çantam gibi karmakarışık bir yazıyı tek başlık altında yazınca nar resmi eklemek istedim. Yani siz sandınız bir konu, bir okudunuz bin konu…
Mine Çiçeği mi koysaydım resme, ay karar veremedim….
Friday, March 27, 2009
FMK Hareketini Destekliyorum!
Ya da ben de FMK oynuyorum desem daha mı doğruydu.. :) Fikir Atölyesi Tunç Kılınç'ın başlattığı ve giderek daha büyük çevrelere yayılan Faili Meçhul Kıyak Hareketi karşılıksız iyilik yapmaya dayanıyor. İçeriği ne olursa olsun yaptığınız iyiliğin kenarına bu kartı iliştiriyorsunuz ve insanların kocaman gülümsemeli tepkilerini uzaktan izliyorsunuz, bu o kadar keyifli ki, bir gün ben de kart iliştirilmiş bir şey bulacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum.
Evet evet, tıpkı Amelie ya da Pay it Forward filmlerindeki gibi, ama bu seferki daha büyük bir zincir.
Aslında çoğu zaman aldığımız gazete ya da dergileri havaalanında veya bir cafe de bırakıyoruz ya da her köşede 3 lira olan şemsiyeleri alıp, başkasının kullanması için bir kenara sıkıştırıyoruz, işte bu kez, bizden sonra onu kullanacak kişiye Faili Meçhul bir Kıyak yapıyoruz ve bıraktığımız her neyse ona bu kartı da iliştiriyoruz. Sonra daa birini gülümsetebilmenin pahabiçilemez değerini hissediyoruz.
İşte bir kaç FMK örneği;
* Köprü gişesinde arkadaki arabanın parasını vermek ve hızla uzaklaşmak. Gişe görevlisinden kartı arkadaki arabanın şöförüne vermesini rica ediyoruz.
* Bazı alışveriş merkezlerinde ve sinemalarda masaj koltukları olur. Bu masaj koltukları 1 TL’lik (değişebiliyor) bozuk paralar ile çalışıyor. Ben de, insanlar kullanabilsin diye 5 adet 1 TL’yi makinanın yanına koyup paraların altlarına kartlardan birini yerleştirdim.
* Vapur iskelesinde veya metroda turnikelerden birinin üstüne karta ataçlanmış bir jeton bırakmak.
* Ziraat Bankası şubesinde (bilirsiniz, günün her saati içerisi kalabalık olur) kendime sıra numarası için bilet alırken bir yerine iki bilet aldım! Yaklaşık 45 dakikalık bir sıra bu. Sıranın bana yaklaştığı dakikalarda aldığım ikinci bileti karta ataçlayıp, kimse görmeden makinenin üzerine bıraktım.
* Pazar günü Kandil olduğu için kandil simidi alıp, komşularımın kartıda üstüne iliştirerek kapılarına bıraktım. Sonrasında spora gittim, döndüğümde bir kutu pasta kapımın önünde üzerinde de FMK kartı vardı.
* Ofisten birçok kişiyle Ankara’dan İstanbul’a iş için gideceğiz. Aynı otelde kalacağız. Netten oteli de gösteren krokiyi indirdim. Print aldım ve herkesin masasına bu kart ile bıraktım :)
gibi gibi.. Kalanı sizin yaratıcılığınıza kalmış.
Şimdi bu oyunu bizimle oynamak isteyenler kartları buradan indirip, yaşadıklarını hem benim yorumlarıma hem de isterlerse buraya yazabilirler. Benim çantamda her an için kullanıma hazır 15 kart bekliyor mesela, nerede gerekeceği belli mi olur.
FMK basında da bir çok köşede yer buldu, Haberturk ve Milliyet Gazeteleri, Yüksel Aytuğ'un Sabah Günaydındaki köşesi, Beyaz Show..
Takipteyiz tabi, yaşasın FMK..
Evet evet, tıpkı Amelie ya da Pay it Forward filmlerindeki gibi, ama bu seferki daha büyük bir zincir.
Aslında çoğu zaman aldığımız gazete ya da dergileri havaalanında veya bir cafe de bırakıyoruz ya da her köşede 3 lira olan şemsiyeleri alıp, başkasının kullanması için bir kenara sıkıştırıyoruz, işte bu kez, bizden sonra onu kullanacak kişiye Faili Meçhul bir Kıyak yapıyoruz ve bıraktığımız her neyse ona bu kartı da iliştiriyoruz. Sonra daa birini gülümsetebilmenin pahabiçilemez değerini hissediyoruz.
İşte bir kaç FMK örneği;
* Köprü gişesinde arkadaki arabanın parasını vermek ve hızla uzaklaşmak. Gişe görevlisinden kartı arkadaki arabanın şöförüne vermesini rica ediyoruz.
* Bazı alışveriş merkezlerinde ve sinemalarda masaj koltukları olur. Bu masaj koltukları 1 TL’lik (değişebiliyor) bozuk paralar ile çalışıyor. Ben de, insanlar kullanabilsin diye 5 adet 1 TL’yi makinanın yanına koyup paraların altlarına kartlardan birini yerleştirdim.
* Vapur iskelesinde veya metroda turnikelerden birinin üstüne karta ataçlanmış bir jeton bırakmak.
* Ziraat Bankası şubesinde (bilirsiniz, günün her saati içerisi kalabalık olur) kendime sıra numarası için bilet alırken bir yerine iki bilet aldım! Yaklaşık 45 dakikalık bir sıra bu. Sıranın bana yaklaştığı dakikalarda aldığım ikinci bileti karta ataçlayıp, kimse görmeden makinenin üzerine bıraktım.
* Pazar günü Kandil olduğu için kandil simidi alıp, komşularımın kartıda üstüne iliştirerek kapılarına bıraktım. Sonrasında spora gittim, döndüğümde bir kutu pasta kapımın önünde üzerinde de FMK kartı vardı.
* Ofisten birçok kişiyle Ankara’dan İstanbul’a iş için gideceğiz. Aynı otelde kalacağız. Netten oteli de gösteren krokiyi indirdim. Print aldım ve herkesin masasına bu kart ile bıraktım :)
gibi gibi.. Kalanı sizin yaratıcılığınıza kalmış.
Şimdi bu oyunu bizimle oynamak isteyenler kartları buradan indirip, yaşadıklarını hem benim yorumlarıma hem de isterlerse buraya yazabilirler. Benim çantamda her an için kullanıma hazır 15 kart bekliyor mesela, nerede gerekeceği belli mi olur.
FMK basında da bir çok köşede yer buldu, Haberturk ve Milliyet Gazeteleri, Yüksel Aytuğ'un Sabah Günaydındaki köşesi, Beyaz Show..
Takipteyiz tabi, yaşasın FMK..
Labels:
Amelie,
Beyaz Show,
Fikir Atölyesi,
FMK,
HaberTurk,
milliyet,
Pay it forward,
Sabah
Thursday, March 19, 2009
NTV Tarih 'Bugünü anlamak için'
Yayıncılığın en sevdiğim mahsulü dergilerdir. Atmaya kıyamadığımdan evde kendiliğinden bir kolon oluşturmuş olan dergilerimin çoğu ya yaptığım haberlerin yayınlandığı sayılar (yani çok eskiler) ya da mutlaka lazım olacak bir bilgiyi sakladıklarım. Uzun yıllar bu işi sürdürseydim heralde şimdi evde üzerlerinden atlıyor olurduk.
Beni bu konuda en çok heycanlandıran şeylerden biride aslında dergilerin ilk sayıları. Daha az reklam aldıklarından mıdır, daha özenli yaptıklarından mıdır bilmiyorum ama dergilerin ilk sayılarına bayılırım. Buna rağmen reklamveren tarafında hadi bakalım, derginiz bir çıksında görelim, ona göre bir sonraki yayın için karar veririz, diyenlerdenim utanarak itiraf ediyorum.
Bu yazıyı da Ntv Tarih'in ilk sayısıyla tekrar yazmaya karar verdim zaten. Ama ben yazana kadar ikinci sayısı bile eski kalmak üzere. Ntv daha önce Popüler Tarih dergisi yapmıştı ve bize tarihi sevdirerek anlattığından çok severek okumuştuk. Daha sonra bu hırçın piyasaya dayanamayıp kaldırılmıştı dergi. Şimdi tekrar bizlerle, tüm NTV yayınlarında olduğu gibi bu dergide de okuyacak çok şey var.
NTV Bilim dergisini de tekrar çıkardı. Tübitak üzerine tartışmaların arttığı bu günlerde farklı bir Bilim Dergisi okumak isterseniz tabiki NTV Bilim'i öneririm.
Severek başladığım konuya tatsız durumlarla devam edeceğim aslında, malesefki krizin hepimizi vurduğu şu dönemde bir çok yayın da kapandı. İcon gibi, Rolling Stone gibi.. Living.etc yayınına bir yıl ara verdi. Yılların Tempo'su ayda bir çıkmaya karar verdi. (Tempo'nun bu kararını kutluyorum, dolu dolu bir dergi yapmışlardı Şubat ayında, artık haberin daha anlık döndüğü bir dönemde haftalık haberlerin bir anlamı kalmadı tabiki, Tempo'yu destekliyorum, o durgun döneminin ardından bizlerde tekrar satınalma eğilimi yarattığı için tebrik ediyorum) Yani 2009 medyaya hiç gitmedi. Artık Marketing Türkiye, National Geographic ve iş sebebiyle tüm dekorasyon dergilerinden sonra Tempo ile NTVTarih'te takiplerimin arasında olacak.
Öte yandan Fatih Altaylı ve ekibi Sabah'tan ayrıldıktan sonraki suskunluğuna ara verip, Türkiyenin en farklı gazetesi diye duyurdukları HaberTurk'u çıkarttılar. HaberTurk'un gelişine başta çok sevindik, çünkü her yeni yayın, arkadaşlarımıza yeni bir iş kapısıydı aslında ama gazeteyi elimize almak bende tam bir hayal kırıklığı yarattı. Ekonomi, Spor ana gazetenin dışındaydı herşeyden önce. Hadi magazinin ayrı olmasına alışmıştık da, koskoca bir sayfa havadurumunun anlamı neydi? Büyük kabul edilen diğer gazetelerin ikisiyle aynı başlıklar atmaya başlayınca HaberTurk'un farklı sadece boyutu ve tamamının renkli olmasıyla sınırlı kaldı. HaberTurk bu haliyle yaşamını sürdürür ama bir müddet sonra masraflarını kısmaya başlarlar, önce o gereksiz ekler gazetenin içine girer, sonra sayfaları biraz daha incelir, belki bir müddet sonra renkleri de kaybolur.
Gittiği her yerdeki anlamadığı sektörel yayınları okuyan, bir gün basılı bir yerde yazılarının yayınlanacağını hayal eden ben, bu konuyla ilgili yazacaklarımı sonlandırıp, yine dergilerimin arasına gömülüyorum...
Beni bu konuda en çok heycanlandıran şeylerden biride aslında dergilerin ilk sayıları. Daha az reklam aldıklarından mıdır, daha özenli yaptıklarından mıdır bilmiyorum ama dergilerin ilk sayılarına bayılırım. Buna rağmen reklamveren tarafında hadi bakalım, derginiz bir çıksında görelim, ona göre bir sonraki yayın için karar veririz, diyenlerdenim utanarak itiraf ediyorum.
Bu yazıyı da Ntv Tarih'in ilk sayısıyla tekrar yazmaya karar verdim zaten. Ama ben yazana kadar ikinci sayısı bile eski kalmak üzere. Ntv daha önce Popüler Tarih dergisi yapmıştı ve bize tarihi sevdirerek anlattığından çok severek okumuştuk. Daha sonra bu hırçın piyasaya dayanamayıp kaldırılmıştı dergi. Şimdi tekrar bizlerle, tüm NTV yayınlarında olduğu gibi bu dergide de okuyacak çok şey var.
NTV Bilim dergisini de tekrar çıkardı. Tübitak üzerine tartışmaların arttığı bu günlerde farklı bir Bilim Dergisi okumak isterseniz tabiki NTV Bilim'i öneririm.
Severek başladığım konuya tatsız durumlarla devam edeceğim aslında, malesefki krizin hepimizi vurduğu şu dönemde bir çok yayın da kapandı. İcon gibi, Rolling Stone gibi.. Living.etc yayınına bir yıl ara verdi. Yılların Tempo'su ayda bir çıkmaya karar verdi. (Tempo'nun bu kararını kutluyorum, dolu dolu bir dergi yapmışlardı Şubat ayında, artık haberin daha anlık döndüğü bir dönemde haftalık haberlerin bir anlamı kalmadı tabiki, Tempo'yu destekliyorum, o durgun döneminin ardından bizlerde tekrar satınalma eğilimi yarattığı için tebrik ediyorum) Yani 2009 medyaya hiç gitmedi. Artık Marketing Türkiye, National Geographic ve iş sebebiyle tüm dekorasyon dergilerinden sonra Tempo ile NTVTarih'te takiplerimin arasında olacak.
Öte yandan Fatih Altaylı ve ekibi Sabah'tan ayrıldıktan sonraki suskunluğuna ara verip, Türkiyenin en farklı gazetesi diye duyurdukları HaberTurk'u çıkarttılar. HaberTurk'un gelişine başta çok sevindik, çünkü her yeni yayın, arkadaşlarımıza yeni bir iş kapısıydı aslında ama gazeteyi elimize almak bende tam bir hayal kırıklığı yarattı. Ekonomi, Spor ana gazetenin dışındaydı herşeyden önce. Hadi magazinin ayrı olmasına alışmıştık da, koskoca bir sayfa havadurumunun anlamı neydi? Büyük kabul edilen diğer gazetelerin ikisiyle aynı başlıklar atmaya başlayınca HaberTurk'un farklı sadece boyutu ve tamamının renkli olmasıyla sınırlı kaldı. HaberTurk bu haliyle yaşamını sürdürür ama bir müddet sonra masraflarını kısmaya başlarlar, önce o gereksiz ekler gazetenin içine girer, sonra sayfaları biraz daha incelir, belki bir müddet sonra renkleri de kaybolur.
Gittiği her yerdeki anlamadığı sektörel yayınları okuyan, bir gün basılı bir yerde yazılarının yayınlanacağını hayal eden ben, bu konuyla ilgili yazacaklarımı sonlandırıp, yine dergilerimin arasına gömülüyorum...
Tuesday, March 10, 2009
Mustafa Sarıgül is Twitter'da...
29 Mart yerel seçimlerinin yaklaştığı,-ki hiç anlamadığım şey şu, mahalli seçimler bu kadar baskın mıydı önceki yıllarda da, sanki iktidar değişecek- parti başkanlarının çığırtkanlık yaptığı, seçim otobüsü gibi ilkel bir pazarlama aracının hala sokak sokak dolaştığı, birbirine karışmış parti bayraklarının güzel gökyüzünü görmemizi engelleyip, çevremize çöplüğe döndürdüğü, şu günlerde, bir belediye başkan adayı ya da muhtarınız her biri altın değerindeki bu oyları nasıl toplar? Neden kendisini seçtirir? Karşısındakini nasıl ikna eder?
Medyadaki sokak ağzı tartışmaları hepimiz izledik, izlemeye de devam ediyoruz, bir şekilde telefonlarımızdan, kapılarımıza bırakılan broşürlerden ya da afişlerden kimlerin aday olduğunu da görüyoruz, peki kararlarımızı ne etkiliyor?
Yani belediye başkanının şu gün, şu saatte, şu tvdeyim demesi, sadece beni mi ıykkkk yine mi mesaj geldii düşüncesine sokuyor, yoksa sizlerde bu durumdan muzdarip misiniz?
Evet artık mecralar değişiyor, eskiden sadece afişlerle billboardlarla tanıdığımız adaylar, şimdi ekranlarımızda, cep telefonlarımızda hatta bilgisayarlarımızda. Bugün gazete de okuduğum Mustafa Sarıgül'ün tüm iletişim sitelerinde çok aktif olduğu haberine inanmayıp, herkes tarafından kullanılan facebookta değilde, twitter da arattım kendisini.. Ve evet, üyeydi, ayrıca gittiği mahallleleri yazacak kadar da aktif. Hatta yurttaşlarımla buluştum cümleleri çok da komiğime gitti.Tabi kendisi mi yazıyor, yazdırıyor mu - bence yazdırması çok mantıklı- bilmiyorum ama doğru bir çalışma olduğunu düşündüm. Bu arada uzun zamandır twitter'a bakamayan ben, Kemal Kılıçdaroğlu'nun da bana follow gönderdiğini gördüm...
Açıkçası bu durumu hem akıllıca buldum, hem de çok komik :) Düşünsenize listenizde Mustafa Sarıgül var ve anlık blog sistemiyle not düşmüş, Mustafa Sarıgül is sleeping.. Herhalde böyle bir şey yazmaz, sonuçta o Şişlinin gece gündüz uyumadan çalışan başkanı.
Sn. Sarıgül'ü şahsen tanıyorum, kendisi ve tabiki ekibi Nişantaşı İnfomuzu yaparken bizlere çok yardımcı oldu, ayrıca Şişli'ye katkıları inanılmaz, başarılı bir yönetim olduğunu düşünüyorum. Makamında görüştüğümüz 15 dakikada bizimle birlikte 15 kişiyle birden görüştüğüne de şahit oldum.
Seçimler hakkında daha çok yazarız, çizeriz de bunu bugün paylaşmadan edemedim...
Resim: Nişantaşı showroomumuzun açılışında başkanın bizimle paylaştığı çiçekler, çok manidar değil mi, Sarıgüller :)
Tuesday, February 24, 2009
Dağ başını duman almış...
Fonda Susam Sokağında çalan, Dağdan gelir bir kız done dönee, Döne dönee gelir bir kız dağdan, şarkısıyla yola koyulduğum, ilk kez gittiğim ve ilk kez kayağı denediğim Uludağ’da uzun zaman sonra gerçekten herşeyden 3 gün boyunca uzaklaştım. Cuma sabahı daha otele varır varmaz çantalarımızı atıp, telesiyejle zirveye çıktık, arkadaşlığın ne demek olduğunu orda bir kez daha anladım. Canım arkadaşlarım beni tek başıma bırakmayarak, hatta kendi kayak zevklerinden fedakarlık ederek, düştüğüm yerde, hemen anında – ki yaklaşık 1.000 kez düştüm- kaldırdılar, gözleriyle takip ederek, komutlarıyla yardımcı oldular, sayelerinde kaymanın ne kadar zevkli olduğunu öğrendim. Aslında burada tam zirvede tanıştığımız yine düştüğüm yerlerden birinde beni kaldıran Erzurum’da İl Spor Müdürlüğünde çalışan ve 25 yıldır Kayak Federasyonunda hakemlik yapan Mustafa Hoca’nın yardımlarını imkan yok unutamam. İlk gün sabah bir kere zar zor inebildim aşağıya, hatta pistin çeyreğini yürüyerek indim ama öğleden sonra Mustafa Hocanın da yardımlarıyla 3 kere tipiye rağmen hiç yürümeden inmeyi başardım. Kar sapanını anlamam zaman aldı, beni de bilirsiniz kontrolün kendimde olduğunu bilmezsem, durur kalırım gidemem, o yüzden durmayı öğrenmek çok ama çok önemliydi, ben ise bunu bir günde anca kavrayabildim. İkinci gün ise sabahtan yine yuvarlanarak başladığım güne, 2 tur Mustafa Hoca takviyesiyle artık ayakta durabilir ve ayaklarını kontrol edebilir hale gelmiştim. Sadece bir yerde çok fena düştüm ki popomda hala izleri var.. Ama iki gün sonunda artık kaymayı çok sever ve yaptığımdan zevk alır hale gelmiştim. Artık can havliyle değil, keyifle ayakta durabiliyordum :) Üçüncü gün ise Slalom yaparak -bu böyle mi yazılıyor, salınım bu kelimeden mi geliyor (çağrışım, çağrışım)- , düştüğümde tek başıma kalkarak, artık kayabiliyordum. Yaklaşık 15 kere cook kalabalık olan pistlerde boyumu gösterdim. Uludağ’I bilenler için söylüyorum kaydığım pist tahmin edersiniz ki Cennet’ti. Bir de bunun Cehennemi varki, üzerinden telesiyejle geçerken bile ürkütücü görünüyordu. Otellere gelince birbirinin çok benzeri otellerle dolu olan Uludağ 1. bölge de biz Kar Otel’de kaldık. DTM tarafından işletilen ve müdürü ile tanıştığımız Kar Otel’in keyifli ve samimi bir otel söylemeliyim. Aynı zamanda otelde Cuma ve Cumartesi akşamları canlı müzik de var.
Unutmadan bir de snowboard yapanlar vardı ki, kesinlikle onunla da kaymak çok eğlenceli olmalı. Bu işi biraz ilerletirsem snowboardu da deneyeceğim. Alışveriş zamanı, güzel bir kar pantalonu ve kayak gözlüğü almalıyım. Şimdi en kısa zamanda tekrar kayak pisti olan, Kartepe, Kartalkaya, Uludağ ya da Palandöken'den birine gitmek istiyoruuum…
Wednesday, February 18, 2009
Turkcell, 3G işi için Weiden+Kennedy ile anlaşmış!
Yıllardır çalıştıkları Alametifarika’ da bu çalışmada onlara destek verecekmiş.
Hadi canım…
Yani buradaki ajanslar artık yetmiyor,
Gündemi yakalayamıyor,
Müşterisine cevap veremiyor,
Uluslararası ödüller alan işler yapamıyor,
Trendlerin farkında değil, öyle mi?
Burada yanıt, konkurumuza giren bir ajansla çalışmayı nasıl seçiyorsak bunu da öyle – iyi bir iletişim kurduğumuzdan ve başarılı işlerinden dolayı- seçtik diyorsanız, pek inandırıcı gelmediğini belirtmek isterim.
Hem bu yabancı ajanslar bizi ne kadar tanıyor?
Şimdi bu reklamlar bana mı hitap edecek, tüm global arena da mı yayınlanacak?
R.İvedik’li son reklamıyla o adama artık beni bile güldüren, yürüme bandında durup reklamı izleten Turkcell’in bu kararını tüm reklam çevreleri gibi hoş karşılamadığımı belirtmek isterim.
Tabiki dışarıdan destek alınabilir ama işi buradaki arkadaşlar yapmalı.. Yani Alametifarika W+K ye değil W+K Alametifarika’ya destek vermeli.
Ayrıca bu iş beni cidden korkutuyor, çünkü devamında reklamcı gençlerimizin burada iş alamadığından yurtdışında bir ajansta işe girebilmek için çırpınacaklarını görüyorum..
Havalı olsun diye bir çok markanın işlerini yabancı reklam ajanslarına vereceklerini ve sektörün bu tarz bir çok ilişkiyle dolacağına da eminim. (Sen kimle çalışıyorsuun ben Paris’teki bilmemkimle çalışıyorum şekerim, her hafta toplantıyı onların ofisinde yapıyoruuuz…)
Yerli malı yurdun malı manasında anlaşılsın istemiyorum, tabiki artık bir çok markamız sınırlarımıza sığmaz oldu, ama mümkün olandan daha çok içimizdeki yaratıcılığa destek verelim istiyorum. Hepsi bu...
Hadi canım…
Yani buradaki ajanslar artık yetmiyor,
Gündemi yakalayamıyor,
Müşterisine cevap veremiyor,
Uluslararası ödüller alan işler yapamıyor,
Trendlerin farkında değil, öyle mi?
Burada yanıt, konkurumuza giren bir ajansla çalışmayı nasıl seçiyorsak bunu da öyle – iyi bir iletişim kurduğumuzdan ve başarılı işlerinden dolayı- seçtik diyorsanız, pek inandırıcı gelmediğini belirtmek isterim.
Hem bu yabancı ajanslar bizi ne kadar tanıyor?
Şimdi bu reklamlar bana mı hitap edecek, tüm global arena da mı yayınlanacak?
R.İvedik’li son reklamıyla o adama artık beni bile güldüren, yürüme bandında durup reklamı izleten Turkcell’in bu kararını tüm reklam çevreleri gibi hoş karşılamadığımı belirtmek isterim.
Tabiki dışarıdan destek alınabilir ama işi buradaki arkadaşlar yapmalı.. Yani Alametifarika W+K ye değil W+K Alametifarika’ya destek vermeli.
Ayrıca bu iş beni cidden korkutuyor, çünkü devamında reklamcı gençlerimizin burada iş alamadığından yurtdışında bir ajansta işe girebilmek için çırpınacaklarını görüyorum..
Havalı olsun diye bir çok markanın işlerini yabancı reklam ajanslarına vereceklerini ve sektörün bu tarz bir çok ilişkiyle dolacağına da eminim. (Sen kimle çalışıyorsuun ben Paris’teki bilmemkimle çalışıyorum şekerim, her hafta toplantıyı onların ofisinde yapıyoruuuz…)
Yerli malı yurdun malı manasında anlaşılsın istemiyorum, tabiki artık bir çok markamız sınırlarımıza sığmaz oldu, ama mümkün olandan daha çok içimizdeki yaratıcılığa destek verelim istiyorum. Hepsi bu...
Labels:
3G,
alametifarika,
Recep İvedik,
reklam,
Turkcell,
Weiden+Kennedy
Tuesday, February 17, 2009
Starbucks Keki
Haftasonu sevgili kardeşime kek yaptım, ama valizini ağzına kadar doldurduğu için yurda götüremediği keki, ertesi gün iş yerine getirince, herkes parmaklarını yedi. Gerçi kardeşim yiyecek diye içine ceviz ve üzüm koymamıştım ama onlarda eklenince çok çok daha güzel olduğunu söylemeliyim. Havuç ekleyecekseniz de mutlaka daha az yağ koyun çünkü havuç kendi yağını da veriyor.
Tek püf noktası mutlaka mikserle çırpmak ve unu elemek.
Afiyet olsun...
Malzemeler;
* 4 yumurta
* 1 Su bardağı süt
* 1 su bardağı yağ
* 1.5 Su bardağı şeker
* 3 Su bardağı un
* 2 paket kabartma tozu, 2 paket vanilya
* 1 Yemek kaşığı tarçın, 1 Yemek kaşığı nescafe
* İsteğe göre ceviz, üzüm, havuç
Tuesday, February 03, 2009
Son Günlerde...
Ruhum yoruldu.. Bu kez kesinlikle yoruldu, hızlı koşan bedenime yetişemez, geri kalır hale geldi...
Son günlerde dünyanın yaşadığı ekonomik kriz, etkilememesi mümkün olmadığı gibi hepimizi etkiledi. Kapitalizmin çöktüğü tarihi günlere şahit oluyoruz derken, aslında kurulan bu düzenin en ufak bir oynamasında başımıza neler geldiğini görerek şaşırıyoruz hala. Ben gerçekten tarihi günlere şahit olduğumuzu düşünüyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık, en büyüğümüzden en eğitimsizimize kadar herkesin tasarruf dolu bir dünyaya doğru gittiğini göreceğiz. Yıllardır küresel ısınma ile doğanın istediği tasarrufu şimdi bizler birazda mecburiyetten yapacağız aslında. Böyle olacağı belliydi zaten, bu kadar global bir dünyada bu kadar uç dengelerin nasıl döndüğüne şaşırıyordum ben, ama bu kadar yakın zamanda patlayacağı da aklıma gelmemişti. Hep beraber göreceğiz bakalım neler olacak?
*****
Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesini okudum. Bir çok kitabına başlamış olduğum halde karışık anlatımından sonuna kadar gidemediğim Orhan Pamuk'un ilk defa bir kitabını bitirdim. Çünkü M.M.; çok Reşat Nurivari bir kitap. Hele benim gibi 70'lerin sonlarında 80'lerin başlarında 20li yaşlarda olmayı istiyorsanız, beğeneceğinizi düşünüyorum. Tüm detaylarını anlatıp aslında müzenin bir rehberi olarak sunulan kitabın bu cümleleri arada kitabın keyfini bozmuyor değil. O yıllarda İstanbul'a ait bir çok ayrıntıyı, benim hiç anlamadığım ve anlayamacağım derecede bir aşkı, Kemal'in gel-gitlerinı, kafa karışıklıklarını paylaşmak isterseniz, kitapla tanışmanızı tavsiye ederim. Bu arada kitabın sonunda Masumiyet Müzesine girebilmek için bir bilet ve bir de müzenin krokisi var.
"Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum... Aslında kimse onu yaşarken hayatının en mutlu anını yaşadığını bilmez. Bazı insanlar kimi çoşkulu anlarında hayatlarının o altın anını 'şimdi' yaşadıklarını içtenlikle (ve sık sık) düşünebilir ya da söyleyebilir belki ama gene de ruhlarının bir yanıyla bu andan daha güzelini daha da mutlu olanını ileride yaşayacaklarına inanırlar..."
*****
Gabriel Garcia Marquez'in şehir tiyatrolarında sergilenen oyunu Kırmızı Pazartesi'yi izledim. Kalabalık bir kadronun iyi bir sunumuyla ortaya çıkan oyunu mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum. Hrand Dink cinayetine benzer bir şekilde -hatta o konuya bağlanan- sonuyla oyunun daha bir kaç sezon daha oynayıp, yeni izleyenlere örnek olmasını dilerim. Oyun içerisinde bir sevişme sahnesi var, tiyatroda anlatılması güç olan bu durumu, hiçbir laubaliye kaçmadan, o kadar güzel anlatmışlar ki, son zamanlarda görsel sanatlarda izlediğim en başarılı kare, bunu da belirtmeden geçemeyeceğim...
*****
Penolope Cruz, Scarlett Johansson ve Javier Bardem'in e daha güzel bir konu etrafında toplanamamışlar mı diye düşündüğüm Barcelona Barcelona yı izledim. Gün geçtikçe erkeklerin daha da iğrenç hallerine maruz kaldığım/ız bu günlerde bu ne şimdii. Adam eski karısıyla ve yeni sevgilisiyle aynı evde yaşıyor ve kadınlarda bunu kabul ediyor.. Benim ruhum mu Masumiyet Müzesinin yaşandığı yıllarda, o kadar geride kaldı, yoksa hayat gerçekten gün geçtikçe daha da mı karmaşıklaşıyor anlamıyorum. Ama özellikle erkeklerin kendileri dahil herşeyi kördüğüm etmek için özel bir çaba sarfettikleri açık.
Son günlerde dünyanın yaşadığı ekonomik kriz, etkilememesi mümkün olmadığı gibi hepimizi etkiledi. Kapitalizmin çöktüğü tarihi günlere şahit oluyoruz derken, aslında kurulan bu düzenin en ufak bir oynamasında başımıza neler geldiğini görerek şaşırıyoruz hala. Ben gerçekten tarihi günlere şahit olduğumuzu düşünüyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık, en büyüğümüzden en eğitimsizimize kadar herkesin tasarruf dolu bir dünyaya doğru gittiğini göreceğiz. Yıllardır küresel ısınma ile doğanın istediği tasarrufu şimdi bizler birazda mecburiyetten yapacağız aslında. Böyle olacağı belliydi zaten, bu kadar global bir dünyada bu kadar uç dengelerin nasıl döndüğüne şaşırıyordum ben, ama bu kadar yakın zamanda patlayacağı da aklıma gelmemişti. Hep beraber göreceğiz bakalım neler olacak?
*****
Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesini okudum. Bir çok kitabına başlamış olduğum halde karışık anlatımından sonuna kadar gidemediğim Orhan Pamuk'un ilk defa bir kitabını bitirdim. Çünkü M.M.; çok Reşat Nurivari bir kitap. Hele benim gibi 70'lerin sonlarında 80'lerin başlarında 20li yaşlarda olmayı istiyorsanız, beğeneceğinizi düşünüyorum. Tüm detaylarını anlatıp aslında müzenin bir rehberi olarak sunulan kitabın bu cümleleri arada kitabın keyfini bozmuyor değil. O yıllarda İstanbul'a ait bir çok ayrıntıyı, benim hiç anlamadığım ve anlayamacağım derecede bir aşkı, Kemal'in gel-gitlerinı, kafa karışıklıklarını paylaşmak isterseniz, kitapla tanışmanızı tavsiye ederim. Bu arada kitabın sonunda Masumiyet Müzesine girebilmek için bir bilet ve bir de müzenin krokisi var.
"Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum... Aslında kimse onu yaşarken hayatının en mutlu anını yaşadığını bilmez. Bazı insanlar kimi çoşkulu anlarında hayatlarının o altın anını 'şimdi' yaşadıklarını içtenlikle (ve sık sık) düşünebilir ya da söyleyebilir belki ama gene de ruhlarının bir yanıyla bu andan daha güzelini daha da mutlu olanını ileride yaşayacaklarına inanırlar..."
*****
Gabriel Garcia Marquez'in şehir tiyatrolarında sergilenen oyunu Kırmızı Pazartesi'yi izledim. Kalabalık bir kadronun iyi bir sunumuyla ortaya çıkan oyunu mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum. Hrand Dink cinayetine benzer bir şekilde -hatta o konuya bağlanan- sonuyla oyunun daha bir kaç sezon daha oynayıp, yeni izleyenlere örnek olmasını dilerim. Oyun içerisinde bir sevişme sahnesi var, tiyatroda anlatılması güç olan bu durumu, hiçbir laubaliye kaçmadan, o kadar güzel anlatmışlar ki, son zamanlarda görsel sanatlarda izlediğim en başarılı kare, bunu da belirtmeden geçemeyeceğim...
*****
Penolope Cruz, Scarlett Johansson ve Javier Bardem'in e daha güzel bir konu etrafında toplanamamışlar mı diye düşündüğüm Barcelona Barcelona yı izledim. Gün geçtikçe erkeklerin daha da iğrenç hallerine maruz kaldığım/ız bu günlerde bu ne şimdii. Adam eski karısıyla ve yeni sevgilisiyle aynı evde yaşıyor ve kadınlarda bunu kabul ediyor.. Benim ruhum mu Masumiyet Müzesinin yaşandığı yıllarda, o kadar geride kaldı, yoksa hayat gerçekten gün geçtikçe daha da mı karmaşıklaşıyor anlamıyorum. Ama özellikle erkeklerin kendileri dahil herşeyi kördüğüm etmek için özel bir çaba sarfettikleri açık.
Wednesday, January 14, 2009
Avustralya
Beyoğlunda Emek sineması gerçekten hiç ısınmıyor mu? Tamam büyük salon, tarihi bina gibi bir çok sebepten ısıtamıyo olabilirler ama orada film izleyenlere yazık değil mi? Maksimumda üşüdüm, maksimumdaa. Dizlerim, dirseklerim, tüm eklemlerim dondu, buz tuttu, eve döndüğümde yorgan,kalorifer, termofor bilumum ısıtıcılarla kendimi kurtarmaya çalıştım, hastalanıp yatağa düşmedim ama, hala üşüyorum desem, yeridir yani...
Filme dönecek olursam, tamam sabırsızlıkla bekliyorsunuz ama hangi şartlar altında izlediğimi anlatmadan bu konuya geçemezdim :) Nicole Kidman'ı zaten çok beğenirim, filmde aborijinlerden aşka, westernden savaşa kadar geniş bir yelpazede anlatıldığından gerçekten sizi sarıyor. Bir çok öğeye dokunduğundan izlemenizi tavsiye edeceğim filmler arasında.
Labels:
avustralya,
Beyoğlu,
emek,
nicole kidman,
sinema
Friday, January 02, 2009
Şehir Tiyatroları...
Yakın zamanda ardarda iki oyun izledim. Özel tiyatroları şehir tiyatrosu kadar sevmeyen, yoğunluktan şehir tiyatrolarına zor bilet bulan biri olaraktan, sahnenin karşısında aldığım keyfi anlatamam... Yazmaya vakit olmadı ama tavsiye etmem gerekiyordu, yazmadan duramadım. Bunlardan ilki Anton Çehov'un Vişne Bahçesi. Zaten ne kadar klasik bir oyun olduğunu belirtmeme gerek yok heralde, ben Çehov deyince, siz anladınız sanıyorum. Kostümler, anlatılan hikaye çok keyifliydi. Belki Sosyalist Rusya dağılmadan izleseydik bu oyunu bazı replikler daha yerinde olabilirdi ama yine de ben çok beğendim.
Diğer oyun ise Haldun Taner'de izlediğimiz, Bernarda Alba'nın Evi idi. Bu oyun çok daha feminen, 8 kadının oynadığı bir oyun. Kocasını kaybeden Bernarda'nın ve kızlarının hikayesi. Toplum baskısını, töreyi anlatan, kısaca bizden bir oyun. Bazı replikler var ki acayip etkili, internet yardımıyla bulduğum bunları sizle paylaşmak istiyorum.
La PONCİA: Bu kadar çok mu seviyorsun bu adamı?
ADELA: Hem de çok. Gözerine baktıkça kanı ağır ağır içime işliyor.
*******
ANGUSTİAS: Mutlu olmam gerekiyor ama değilim.
BERNARDA: Aynı şey.
Labels:
A.Çehov,
bernarda albanın evi,
haldun taner,
tiyatro,
töre,
vişne bahçesi
Subscribe to:
Posts (Atom)