Bir arabanın içindeyim.. Yağmurlu hava, silecekler biriken damlacıkları indirirken, Cdden Şebnem Ferah'ın sesi yükseliyor, o da Sil Baştan diyor.. Tıpkı silecekler gibi...
Düşünüyorum, nerdeyim. Hayatımın tam olarak neresinde? Ne yaptım? Bu zamana kadar değil belki ama yakın zamanda? Ve yılı kapatmadan önce ruhumun hangi hanesi daha dolu..
Bakıyorum. Büyüdüğümü hissediyorum sonra. Duruşum, bakışım, düşüncelerim, istediklerim.. Hepsi ne kadar da büyüdü...
Beklentilerim azaldı hayattan, kendimden... Beklenti yaparak, içim içimi yiyerek yaşamıyorum artık, hayatın içinde, kendimi zamana bırakarak, tadını çıkararak yaşıyorum.
Alara geldi bu yıl hayatımıza, benim Gözdeciğimin biricik kızı.. İlk geldiği günden itibaren, beni değiştireceği kesindi, o mu büyüttü acaba? Ya da Defne'nin halası oldum, Ege için hala olma hazırlıkları yapıyorum, onlar mı büyütüyorlar şimdiden beni.
Yoga'ya başladım bu yıl, meditasyona sonra, kişisel özelliklerimin daha fazla farkına vardım, daha fazla hümanist oldum ve hayata sarıldım.
Çok sevilmenin ne demek olduğunu öğrendim.
Mantığın bir işe yaramadığını, kalbin hep en doğru yönü gösterdiğini bir kez daha kabul ettim.
Kendim için anları yazdığım bir defterim vardı, son günlerini dolduruyorum bu günlerde. Her güne dair bir kelime, ruhumun geneline baskın olan bir duygu ve o günü hatırlatacak bir cümle yazıyorum. Önemli hatırladığım günleri şimdi gülümseyerek okuyorum. Yenisini doldurmak için de heyecanla bekliyorum. Kendime mektuplar yazıyorum yine, bir gün gerekli olur diye...
Daha önce de dediğim gibi, bu yıldan çok farklı olmayacak gelecek yıllarda.. Kendini dinle, ta içini, kalbini.. O en büyük yol göstericin olacak hayatının her alanında sana!
Thursday, December 30, 2010
Friday, December 10, 2010
20li yaşların sonu...
Ben düşünmeden daha, hazır mıyım anlamadan, bilmeden, bir anda, 20 li yaşların son senesine başlıyorum bugün.. Başlarda büyük gelen bu yıllar, şimdi ne de küçük geliyor.
30 yaş diye bir sendrom var kadınlar da, iyi ya da kötü mutlaka bir değişiklik yaşıyorlar, bunun farkındayım ve bu değişime kendimi hazırlıyorum. Gelecek yıl yapılması gerekenleri yazacağım. Şimdilik sadece bakıyor ve tadını çıkartıyorum!
Friday, December 03, 2010
Prensesin Uykusu
Cumartesi akşamı evdeyken bir anda sinemada film izleme isteğimle, yerimden kalkıp, yarım saat sonraki seansa yetişmem bir oldu. Ne de olsa cumartesi akşamı evde geçirmek için çok uygun değildi.. Bu blogda daha önce sinema yazılarına denk gelenler benim Çağan Irmak'a ne kadar hayran olduğumu bilirler zaten. İlk tek başıma sinema deneyimimde eğer bildiğim bir yönetmenin karelerini izlersem kendimi birbaşına hissetmem diye düşünerek, keyifle aldım biletimi, kuruldum koltuğuma. Ki bu filmin galasını kaçırmıştım. Kader değiştirilebilir mi? Sorusu ile biz fikri mühimcilere özel hem bir anket yapmışlar, hem de devamında özel gösterime davet etmişlerdi ama ben bu tempoda ona yetişememiştim... İzlemek Cumartesi akşamınaymış..
Pekiii neden sinemaya tek başına gelenlere bir değişik bakarız? Haydi bu konuya şimdi girmeyeyim, o da başka bir yazının konusu olsun.
Film, bir harikaydı. Çağan Irmak, o kadar bizden, o kadar tanıdık kareler yansıtıyorki ekrana, ister istemez beyaz camın içinde buluyorum kendimi. Başarısının en büyük sebeplerinden biri bu bence. Filmde benim daha önce denk gelmediğim bir oyuncu olan Çağlar Çorumlu vardı ki, harika oynamış bence. Aziz'in arkadaşım olmasını istedim, o kadar söyleyeyim. Sevinç Erbulak da çok iyiydi.
Ayşenil Şamlıoğlu zaten çok uzun yıllardır hayranı olduğum bir isim. Bu arada diksiyon eğitmenim Işıl Yücesoy'u derslerden sonra beyaz ekranda görmek, beni ayrıca etkiledi. Filmin konusu da aynı masal gibiydi. Eğer iki saatliğine de olsa içinde bulunduğunuz andan uzaklaşmak isterseniz, filmi mutlaka sinemada izleyin derim.
Benim bunca zamandır kaçırdığım Redd'i sadece bir kaç şarkısıyla biliyor olmak olmuş sanırım. Filme adını veren Prensesin Uykusu şarkılarını pek beğendim.
"Bazen öncesi yoktur, varsa da hatırlanmaz..."
"Uyandırmak için bir masal anlatıyorum sana, dünyadaki bütün masalların aksine, bu uyanınca okunacak bir masal. Bizim masalımız, dünyadaki tüm masalların tersine..."
Pekiii neden sinemaya tek başına gelenlere bir değişik bakarız? Haydi bu konuya şimdi girmeyeyim, o da başka bir yazının konusu olsun.
Film, bir harikaydı. Çağan Irmak, o kadar bizden, o kadar tanıdık kareler yansıtıyorki ekrana, ister istemez beyaz camın içinde buluyorum kendimi. Başarısının en büyük sebeplerinden biri bu bence. Filmde benim daha önce denk gelmediğim bir oyuncu olan Çağlar Çorumlu vardı ki, harika oynamış bence. Aziz'in arkadaşım olmasını istedim, o kadar söyleyeyim. Sevinç Erbulak da çok iyiydi.
Ayşenil Şamlıoğlu zaten çok uzun yıllardır hayranı olduğum bir isim. Bu arada diksiyon eğitmenim Işıl Yücesoy'u derslerden sonra beyaz ekranda görmek, beni ayrıca etkiledi. Filmin konusu da aynı masal gibiydi. Eğer iki saatliğine de olsa içinde bulunduğunuz andan uzaklaşmak isterseniz, filmi mutlaka sinemada izleyin derim.
Benim bunca zamandır kaçırdığım Redd'i sadece bir kaç şarkısıyla biliyor olmak olmuş sanırım. Filme adını veren Prensesin Uykusu şarkılarını pek beğendim.
"Bazen öncesi yoktur, varsa da hatırlanmaz..."
"Uyandırmak için bir masal anlatıyorum sana, dünyadaki bütün masalların aksine, bu uyanınca okunacak bir masal. Bizim masalımız, dünyadaki tüm masalların tersine..."
Tuesday, November 23, 2010
İngiltere'de bir Sonbahar molası.
Yılın en başından Amerika hayalleri kuruyorduk bu tatil için, hem uzundu, hem vizeler hazırdı, hem Elif'ler ordaydı.. Havayolları firmaları istediğimiz rakamlara gelmeyince bilette, Amerika işinden vazgeçip, Avrupa'da seçmelere başladım. Kısa bir süre önce, yine kısa bir süreliğine Orta Avrupa -Viyana, Prag, Budapeşte- hayalleri kurdum, öyle olacağını, oralara gideceğimi sandım, çünkü çok romantikti. Sonra yine şartlar değişti, bu sefer dedim peki Müge, yanına geliyorum. THY'dan millerle biletimi, anneciğimi de yanıma alıp Manchester'a gittik öncesinde. Bu kadar geç karar verip, geç planlar yapınca otelleri de www.laterooms.com'dan ayarlayabildim anca. Uygun fiyatlı süper oteller buldum. Müge, Leeds'ten geldi ve hep birlikte 2 günü şehir merkezine uzak ama tam bir İngiltere semtine yakışan otelimizde geçirdik. Oradan Liverpool'a geçtik. Beatles müzesini gezdik. Albert Dock Hall'da bulunan bu müze gerçekten görülmeye değer. Beatles'a ve şarkılarına bir kez daha hayran kaldım. Cavern Walks adı verilen alışveriş sokaklarına bayıldım. Gerçi saat 5'te tüm mağazalarının kapanmış olması beni biraz hayal kırıklığına uğrattı.Bir de bunlar Beşiktaş'a çok gol atmışlardı da hani efsane olmuştu ya, o yüzden çok fena küstüm sokaklarda gezerken kendilerine. Manchester'da da, Liverpool'da da bulunan bir Wheel varki, tüm şehri yukarıdan görme imkanı sağlayan küçük London Eye'lar bunlar.
Sonra Müge okula döndü, biz de Londra'ya gittik. Bence Londra tipik Avrupa kentlerinin karadan kopmuş hali. Elinde harita, sokak gezmeye bayılan benim için hazır bekleyen bir çok sokağı vardı tabi, bende hiçbirini küstürmemek için hepsini gezdim. Buckingam Palace, Big Ben'in bulunduğu Westminister Binası, London Eye, Tower of London, London Bridge görülmesi gereken yapılar. Oxford Street, Piccadilly Circus, Trafalgar Square, Regent Street, gezilmesi gereken, öğleden sonra çayının içilmesi ve mağazalarına bakılması gereken sokaklar. Hyde Park, St.James Park, Kensington Garden dolaşılması ve özellikle de güzel havalarda dinlenilmesi gereken parklar. Şansımıza biz gezerken yağmur yağmadı, hatta bir tam gün hiç yağmadı Londra'da. Eh pozitif düşüncemin zaten yanımda olduğunu söylememe gerek yok sanırım... Sonraa Madame Tussauds ve British Museum'a gitmeden dönmeyin derim Londra için.
Mutlaka metroya binin ama sabah 8 - akşam 6 gibi iş trafiğinin olduğu saatlere dikkat edin. Kırmızı otobüsleri, siyah taksileri, kırmızı posta kutuları Londra denince ilk akla gelen simgeler zaten. Yaklaşan yılbaşı için süslenmiş mağazalar, tabiki ışık hayranı benim başımı döndürdü.. Otobüslerine binin, şoförlerle konuşun, herkes çok sıcak ve ilgili, bu seyahat benim İngilizlere bakış açımı değiştirdi. Saat 5 - 6 gibi kapanan dükkanlardan sonra, hemen publara geçip, orada biralarını içip, eğlenceye devam ediyor bu British insanları. Gitmişken Guinness ve Cider biralarını deneyin. Gerçi ben yine Miller, Efes ve Carslberg'i tercih ederim...
Çok ucuza şehirler arası seyahat edebileceğiniz otobüs firmaları var İngiltere'de. Bunlardan biri www.nationalexpress.com, diğeri www.megabus.com. Buralardan bilet alıp, çok yakın olan diğer şehirlerde dilediğinizce dolaşabilirsiniz. Biz bu firmadan aldığımız biletlerle Londra'dan Leeds'e geçtik. Müge'nin kaldığı yerleri de keşfedelim dedik. Leeds, küçük ama bir o kadarda sevimli bir şehir bence, üniversiteden yürüyerek şehir merkezine ulaşabiliyorsunuz ama belediye de hiçbir masraftan kaçınmayıp, şehrin içerisinde dolaşan bir ücretsiz otobüs de koymuş. İsterseniz onunla da yorulmadan ulaşımınızı sağlayabilirsiniz. Univercity of Leeds'in kampüsünde gezerken, kendi öğrenciliğimin üzerinden ne kadarda çok zaman geçtiğini düşündüm. Zaman ne kadar hızlı akıyor.. Parkinson Steps de elbetteki fotoğraf çektirdim. Ve okula bağlı yurtlardan birinde Müge'nin odasında kaçak kaldık.. Gece ODTÜ'den birlikte gittikleri Ceren ve Erman ile oradaki arkadaşları Lia'nın da bize katılmasıyla Türk yemeklerinin şahaneliğinden, ülkedeki esneklikten ve özlemlerinden bahsettik. Sabah Leeds'ten trenle Manchester'a dönüp, tekrar Türk havasahasından Yeşilköy'e indik.
Annemin Avrupayla ilk tanışması olduğundan o herşeyi Türkiye ile karşılaştırmayı seçerken ben rahat rahat sokak gezmenin tadını çıkartıyordum. Hep söylediğim İngiltere'de futbol maçı izlemeden dönülmezi malesefki gerçekleştiremedim. Benim gittiğim şehirlerde, benim orada olduğum günlerde hiçbir maç programı yoktu. Sanıyorum, bu ülkeler benim seveceğim aktiviteleri ilk gidişte sunmuyorlar ki bana, sonra tekrar gitmek isteyeyim.
Sonra Müge okula döndü, biz de Londra'ya gittik. Bence Londra tipik Avrupa kentlerinin karadan kopmuş hali. Elinde harita, sokak gezmeye bayılan benim için hazır bekleyen bir çok sokağı vardı tabi, bende hiçbirini küstürmemek için hepsini gezdim. Buckingam Palace, Big Ben'in bulunduğu Westminister Binası, London Eye, Tower of London, London Bridge görülmesi gereken yapılar. Oxford Street, Piccadilly Circus, Trafalgar Square, Regent Street, gezilmesi gereken, öğleden sonra çayının içilmesi ve mağazalarına bakılması gereken sokaklar. Hyde Park, St.James Park, Kensington Garden dolaşılması ve özellikle de güzel havalarda dinlenilmesi gereken parklar. Şansımıza biz gezerken yağmur yağmadı, hatta bir tam gün hiç yağmadı Londra'da. Eh pozitif düşüncemin zaten yanımda olduğunu söylememe gerek yok sanırım... Sonraa Madame Tussauds ve British Museum'a gitmeden dönmeyin derim Londra için.
Mutlaka metroya binin ama sabah 8 - akşam 6 gibi iş trafiğinin olduğu saatlere dikkat edin. Kırmızı otobüsleri, siyah taksileri, kırmızı posta kutuları Londra denince ilk akla gelen simgeler zaten. Yaklaşan yılbaşı için süslenmiş mağazalar, tabiki ışık hayranı benim başımı döndürdü.. Otobüslerine binin, şoförlerle konuşun, herkes çok sıcak ve ilgili, bu seyahat benim İngilizlere bakış açımı değiştirdi. Saat 5 - 6 gibi kapanan dükkanlardan sonra, hemen publara geçip, orada biralarını içip, eğlenceye devam ediyor bu British insanları. Gitmişken Guinness ve Cider biralarını deneyin. Gerçi ben yine Miller, Efes ve Carslberg'i tercih ederim...
Çok ucuza şehirler arası seyahat edebileceğiniz otobüs firmaları var İngiltere'de. Bunlardan biri www.nationalexpress.com, diğeri www.megabus.com. Buralardan bilet alıp, çok yakın olan diğer şehirlerde dilediğinizce dolaşabilirsiniz. Biz bu firmadan aldığımız biletlerle Londra'dan Leeds'e geçtik. Müge'nin kaldığı yerleri de keşfedelim dedik. Leeds, küçük ama bir o kadarda sevimli bir şehir bence, üniversiteden yürüyerek şehir merkezine ulaşabiliyorsunuz ama belediye de hiçbir masraftan kaçınmayıp, şehrin içerisinde dolaşan bir ücretsiz otobüs de koymuş. İsterseniz onunla da yorulmadan ulaşımınızı sağlayabilirsiniz. Univercity of Leeds'in kampüsünde gezerken, kendi öğrenciliğimin üzerinden ne kadarda çok zaman geçtiğini düşündüm. Zaman ne kadar hızlı akıyor.. Parkinson Steps de elbetteki fotoğraf çektirdim. Ve okula bağlı yurtlardan birinde Müge'nin odasında kaçak kaldık.. Gece ODTÜ'den birlikte gittikleri Ceren ve Erman ile oradaki arkadaşları Lia'nın da bize katılmasıyla Türk yemeklerinin şahaneliğinden, ülkedeki esneklikten ve özlemlerinden bahsettik. Sabah Leeds'ten trenle Manchester'a dönüp, tekrar Türk havasahasından Yeşilköy'e indik.
Annemin Avrupayla ilk tanışması olduğundan o herşeyi Türkiye ile karşılaştırmayı seçerken ben rahat rahat sokak gezmenin tadını çıkartıyordum. Hep söylediğim İngiltere'de futbol maçı izlemeden dönülmezi malesefki gerçekleştiremedim. Benim gittiğim şehirlerde, benim orada olduğum günlerde hiçbir maç programı yoktu. Sanıyorum, bu ülkeler benim seveceğim aktiviteleri ilk gidişte sunmuyorlar ki bana, sonra tekrar gitmek isteyeyim.
Labels:
beşiktaş,
Big Ben,
Buckingam Palace,
İngiltere,
Leeds,
Liverpool,
London,
London Eye,
Londra,
Manchester,
Tower of London
Wednesday, November 03, 2010
Bu hakemler ile bu lig bitmez. :)
Bu hafta Beşiktaş - Sivasspor maçını Kapalı tribünde Çarşı'nın içinde izledim. Şimdiye kadar herkes soyledi, herkes yazdı ama bir de benden duyun ki bu
Çarşı bambaşka bir ortam.
Gecmis yıllarda karsıdan izlemeye karar verdiğim ve izlerken kendimi
kaybettiğim büyük taraftar grubu; özverisi, desteği ve keyfi ile
vazgeçilemez.
Besiktaş da ilginç bir takım zaten. Son saniyelere kadar futbolun 90 dakika
olduğunu hatırlatan ve asla maça rahat bakmanıza izin vermeyen. O yüzden
mi seviyoruz nedir, anlamadim ki..
Bunun ne yönetimle, ne oynayan futbolcularla, ne de hakemlerle ilgisi var.
Ben bildim bileli hep böyleydi, değişime de direnen bir takım olduğundan
böyle de sürecek.
Şimdi stadımız yenilenecek gelecek sene, belki bu değiştirir bizi. Ama
değişmeyecek tek sey var ki - diğer takımların sahalarında ve taraftar
grupları arasında maç izlemiş biri olarak söylüyorum - o da şu;
CARSI en büyük, en organize, en keyifli taraftar grubu!
Aa bu arada maçı 2-1 aldık. Onu da belirtmeden geçmeyeyim.
Çarşı bambaşka bir ortam.
Gecmis yıllarda karsıdan izlemeye karar verdiğim ve izlerken kendimi
kaybettiğim büyük taraftar grubu; özverisi, desteği ve keyfi ile
vazgeçilemez.
Besiktaş da ilginç bir takım zaten. Son saniyelere kadar futbolun 90 dakika
olduğunu hatırlatan ve asla maça rahat bakmanıza izin vermeyen. O yüzden
mi seviyoruz nedir, anlamadim ki..
Bunun ne yönetimle, ne oynayan futbolcularla, ne de hakemlerle ilgisi var.
Ben bildim bileli hep böyleydi, değişime de direnen bir takım olduğundan
böyle de sürecek.
Şimdi stadımız yenilenecek gelecek sene, belki bu değiştirir bizi. Ama
değişmeyecek tek sey var ki - diğer takımların sahalarında ve taraftar
grupları arasında maç izlemiş biri olarak söylüyorum - o da şu;
CARSI en büyük, en organize, en keyifli taraftar grubu!
Aa bu arada maçı 2-1 aldık. Onu da belirtmeden geçmeyeyim.
Wednesday, October 20, 2010
The Social Network / Sosyal Ağ
Dün akşam Warner Bros'un davetlisi olarak bu hafta vizyona girecek olan Social Network filmini, İstinye Park'ta izledik. Basın gösteriminin bir kaç gün önce yapıldığı ve olumlu yorumların olduğu filmi, ben de sanal alemden tandığım arkadaşlarımla izledim. Genel olarak iyi. Ben beğendim. Film, efsane olan Mark Zuckerberg'in kız arkadaşından ayrıldıktan sonra hem blogunda ona saydırırken hem de Harvard'daki tüm kızların portreleriyle kurduğu siteden, 25 milyon dolarlık sermayeli Facebook'a uzanışının öyküsünü anlatıyor. Mark Zuckerberg'in o cool ve şaşkın haline bayıldım. Gerçi biraz fazla melek gösterilmiş ama... Ayrıca Napster'in kurucularından olan ve Justin Timberlake'nin canlandırdığı Sean Parker'ın Facebook'un gelişimine katkısı büyük. Özellikle internet üzerinden iş yapmak isteyenlerin filmi izlemelerini tavsiye ediyorum.
Son olarak, internet girişimcisi arkadaşlarıma artık daha yakın duracağım, tavsiye ediyorum, sizin de böyle arkadaşlarınız varsa, kendilerine yapışın...
Labels:
facebook,
film eleştirisi,
istinye park,
Mark Zuckerberg,
sinema,
Warner Bros
Friday, October 01, 2010
Sonbahara döndü yüzüm...
Yılın son baharı olsa da, ben de hep yeni kararların, yeni başlangıçların dönümü olur bu günler.. Her karanlıkta aldığım yüzlerce karar, her başlangıçta benim de iç benliğimin yenilenmeye çalışması, vazgeçmemek, her an yeniden oyuna dönmek... Tüm bunlar bu aylarda yeniden hareketleniyor bende. Medyanın yeni yayın dönemi gibi, okulların tekrar açılması, kuşların sıcaklara göç etmesi gibi, ben de bu mevsimde yeniden başlıyorum hayatıma.
Derin bir nefes alıyorum diyaframdan, tutuyorum galiba aylar boyunca, sonra yüzüme gülümseme olarak yansıyor verişi ve şükrediyorum yaşadığıma..
Yoga, iç benlik, meditasyon ile daha ilgiliyim bu aralar. Bir sürü şey okuyorum, bir çok insanla tanıştım, bir çok adımlar attım kendimi geliştirme adına. Hep derim ya, hayat kendini bulma yolunda bir oyun diye. Oyunumun kurallarını baştan yazıyorum işte. Yine çelişiyorum aynı cümle içinde, yine bitirmeden cümlemi vazgeçiyorum elbette. Olduğu gibi kabul etmeden önce elimden geleni yapıyorum elbette, sonra dinliyorum, öncelikle kendimi, sonra herşeyi, herkesi. Çünkü biliyorum, asıl sevgi içimde, içimizde. :)
İç huzurun ve mutluluğu bulmanın kolay olmadığını ama bulduğunda da hiçbir bağa, köke ihtiyacı olmadan bırakılmadığını biliyorum artık. Kendimle nasıl konuşmam gerektiğini, içimdeki benin neler istediğini biliyorum. İstediğim şeyleri çekiyorum, alıyorum hayatıma, istemediklerimi çıkartabiliyorum usulca. Enerjimi tekrar yükseltebiliyor, bununla güçlü kararlar alabiliyor, gözlerimin içi parlarken yaşadığım an'a şükredebiliyorum.
Anladığınız üzere, basitleşmeye, netleşmeye ve kendimi daha çok sevmeye çalışıyorum bu günlerde... İnanmayacaksınız ama başarıyorum da ;)
Tadını çıkartıyorum, her anın, her anının, her şeyin..
Ben çok mutlu, huzurluyum son günlerde...
Derin bir nefes alıyorum diyaframdan, tutuyorum galiba aylar boyunca, sonra yüzüme gülümseme olarak yansıyor verişi ve şükrediyorum yaşadığıma..
Yoga, iç benlik, meditasyon ile daha ilgiliyim bu aralar. Bir sürü şey okuyorum, bir çok insanla tanıştım, bir çok adımlar attım kendimi geliştirme adına. Hep derim ya, hayat kendini bulma yolunda bir oyun diye. Oyunumun kurallarını baştan yazıyorum işte. Yine çelişiyorum aynı cümle içinde, yine bitirmeden cümlemi vazgeçiyorum elbette. Olduğu gibi kabul etmeden önce elimden geleni yapıyorum elbette, sonra dinliyorum, öncelikle kendimi, sonra herşeyi, herkesi. Çünkü biliyorum, asıl sevgi içimde, içimizde. :)
İç huzurun ve mutluluğu bulmanın kolay olmadığını ama bulduğunda da hiçbir bağa, köke ihtiyacı olmadan bırakılmadığını biliyorum artık. Kendimle nasıl konuşmam gerektiğini, içimdeki benin neler istediğini biliyorum. İstediğim şeyleri çekiyorum, alıyorum hayatıma, istemediklerimi çıkartabiliyorum usulca. Enerjimi tekrar yükseltebiliyor, bununla güçlü kararlar alabiliyor, gözlerimin içi parlarken yaşadığım an'a şükredebiliyorum.
Anladığınız üzere, basitleşmeye, netleşmeye ve kendimi daha çok sevmeye çalışıyorum bu günlerde... İnanmayacaksınız ama başarıyorum da ;)
Tadını çıkartıyorum, her anın, her anının, her şeyin..
Ben çok mutlu, huzurluyum son günlerde...
Monday, September 06, 2010
Zürih / İsviçre
Başka bir organizasyona gönderdiğim gruba bir günde olsa eşlik edebilmek amacıyla bir günlüğüne Zürih'teydim geçen hafta.
Kısa seyahatleri seviyorum aslında ama uzun zamandır tek başıma yurt dışına çıkmadığımdan bu kez bir garip oldum sanki, kendimi yalnız hissettim.
Oysa Türkiye'nin bir çok şehrinde, bir çok dar sokakta kaybolma deneyimlerim kitap olacak çoğunluğa geldi. Elimde sadece bir harita, burası kesin şu sokağa çıkıyordur diyerek salınmanın tadı bambaşka...
Zürih için zaten bir günden daha fazla zaman harcamaya da gerek yokmuş aslında. Herşeyden önce sıkıcı bir düzeni, bir sakinliği var şehrin. Avrupa'daki şehirlerin bir kısmında olan bu gri renkten ben pek hoşlanmıyorum. O yüzden Newyork'u tahminimden daha çok beğendim heralde
Peki Zürih'te neler yaptım?
Elbette bütün markaların mağazalarının olduğu Bahnhofstrasse'de dolaştım. Mağazalara girdim, çıktım, dolaştım...
Grossmünster'in 200 küsür basamaklı tepesine tırmandım, Zürih'i oradan seyrettim.
Landesmuseum'da Zürih tarihini inceledim, Victorinox ve Swiss knife'ın tarihçesine baktım
Brasserie Lipp'te midyenin pişmiş halinden yedim.
Zürich gölüne baktım, hayallere daldım..
Eski şehirin sokaklarında yürüdüm, yoruldum, oturdum, kalktım, tekrar dolaştım..
Oerlikon Swissotel'de kaldım.
Mövenpick dondurmasından yedim.. Bitter Lemon'a bayıldım, Vanilya'lı dondurmaya alternatif geldi.
Tabiki tren sistemleri mükemmel, boşuna bu konuda dünyada ün yapmamışlar, çok konforlu ve hızlı, insan görünce keşke bizde de olsa demeden geçemiyor.
Kısa seyahatleri seviyorum aslında ama uzun zamandır tek başıma yurt dışına çıkmadığımdan bu kez bir garip oldum sanki, kendimi yalnız hissettim.
Oysa Türkiye'nin bir çok şehrinde, bir çok dar sokakta kaybolma deneyimlerim kitap olacak çoğunluğa geldi. Elimde sadece bir harita, burası kesin şu sokağa çıkıyordur diyerek salınmanın tadı bambaşka...
Zürih için zaten bir günden daha fazla zaman harcamaya da gerek yokmuş aslında. Herşeyden önce sıkıcı bir düzeni, bir sakinliği var şehrin. Avrupa'daki şehirlerin bir kısmında olan bu gri renkten ben pek hoşlanmıyorum. O yüzden Newyork'u tahminimden daha çok beğendim heralde
Peki Zürih'te neler yaptım?
Elbette bütün markaların mağazalarının olduğu Bahnhofstrasse'de dolaştım. Mağazalara girdim, çıktım, dolaştım...
Grossmünster'in 200 küsür basamaklı tepesine tırmandım, Zürih'i oradan seyrettim.
Landesmuseum'da Zürih tarihini inceledim, Victorinox ve Swiss knife'ın tarihçesine baktım
Brasserie Lipp'te midyenin pişmiş halinden yedim.
Zürich gölüne baktım, hayallere daldım..
Eski şehirin sokaklarında yürüdüm, yoruldum, oturdum, kalktım, tekrar dolaştım..
Oerlikon Swissotel'de kaldım.
Mövenpick dondurmasından yedim.. Bitter Lemon'a bayıldım, Vanilya'lı dondurmaya alternatif geldi.
Tabiki tren sistemleri mükemmel, boşuna bu konuda dünyada ün yapmamışlar, çok konforlu ve hızlı, insan görünce keşke bizde de olsa demeden geçemiyor.
Sunday, August 22, 2010
Başka Dilde Aşk...
Yayınlanalı çok uzun zaman oldu, herkes seyretmiş de ben bir türlü vakit bulamamışım, dün Zeynep'te görünce hadi bunu izleyelim dedik...
İyiki de izlemişiz... İyiki bunu seçmişiz..
Film işitme engelli bir gencin, çağrı merkezinde çalışan kıza aşık olmasıyla yaşadıklarını anlatıyor. Mert Fırat ve Saadet Işıl Aksoy, çok güzel bir oyunculuk sergilemişler. Aşkı sonuna dek iliklerde hissettiren bir film. Bende etkileri devam ediyor. Eğer henüz izlememiş olanlar varsa, tavsiye ediyorum, ilk fırsatta izlesinler...
'Hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz acaba?'
İyiki de izlemişiz... İyiki bunu seçmişiz..
Film işitme engelli bir gencin, çağrı merkezinde çalışan kıza aşık olmasıyla yaşadıklarını anlatıyor. Mert Fırat ve Saadet Işıl Aksoy, çok güzel bir oyunculuk sergilemişler. Aşkı sonuna dek iliklerde hissettiren bir film. Bende etkileri devam ediyor. Eğer henüz izlememiş olanlar varsa, tavsiye ediyorum, ilk fırsatta izlesinler...
'Hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz acaba?'
Labels:
Başka Dilde Aşk,
film eleştirisi,
Mert Fırat,
Saadet Işıl Aksoy,
sinema
Thursday, August 19, 2010
Tuesday, July 20, 2010
Ses Yasağı
Yasağın her türlüsüne karşıyım ben.. Tabi eskiden daha sertti bu karşılıklar ama zaman geçtikçe her yasak mantık çerçevesinde daha kabul edilebilir hale geliyor..
Önce sigara yasağı gittiğimiz mekanları ferahlatınca oh dedim ya, burnuma burnuma üflenmeden rahat rahat geçirebileceğim akşamlarımı. Gerçi sonra arkadaşlarımın bir kısmının dışarda, bir kısmının içeride zaman geçirmesinden, sohbetlerin daha çok sigara içilen alanda keyiflenmesinden dolayı, sigara yasağı tüketilip,artık mekanlarda da içiliyor olması eskisi kadar rahatsız etmiyor sanırım beni.. Bir dönem yasaklı geçti ya ondan heralde..
Son olarakta İstanbul'da mekanlara ses yasağı geldi ya bununla ilgili ilk deneyimimi geçen Cumartesi akşamı yaşadım. Yemekte arkadan arkadan gelen müzik, rahat sohbetinize imkan tanırken ilerleyen saatlerde boğaz kenarına çekilen perdelerle ses izolasyonu sağlanması, tahmin ediyorum ki gerçekten yararlı oluyor.
İçerken ve dans ederken yanınızdakiyle rahatça konuşabiliyorsunuz, müziğe yoğunlaştığınızda da gayet yüksek bir sesle eğlenebiliyorsunuz.. Hiçte abartıldığı gibi değil ama tabi bu benim sevdiğimden, ben öyle çok bangır müzikte eğlenemiyorum...
Gerçi hani 9 da başlayacağı ilan edilipte mutlaka 9u geçe başlayan konserlerin 12 de kesin olarak bitirilmek zorunda bırakılması da ayrı bir konu şimdi, zaten geç başlamış, o zaman geç bitmeli ki, gittiğimize değmeli..
Tabi biz herşeyi kişiselleştiriyoruz, bütün yasaklar biz de değişiyor, bakalım bunlar nasıl şekil alacak, hep birlikte göreceğiz.
Bir de unutmadan Vuvuzela'yı da yazmak isterim buraya, Güney Afrika'da gerçekleşen 2010 Dünya Kupasında ortaya çıkan ve sivrisinek vızıltısını andıran Vuvuzela tabiki benim favorim..
Önce sigara yasağı gittiğimiz mekanları ferahlatınca oh dedim ya, burnuma burnuma üflenmeden rahat rahat geçirebileceğim akşamlarımı. Gerçi sonra arkadaşlarımın bir kısmının dışarda, bir kısmının içeride zaman geçirmesinden, sohbetlerin daha çok sigara içilen alanda keyiflenmesinden dolayı, sigara yasağı tüketilip,artık mekanlarda da içiliyor olması eskisi kadar rahatsız etmiyor sanırım beni.. Bir dönem yasaklı geçti ya ondan heralde..
Son olarakta İstanbul'da mekanlara ses yasağı geldi ya bununla ilgili ilk deneyimimi geçen Cumartesi akşamı yaşadım. Yemekte arkadan arkadan gelen müzik, rahat sohbetinize imkan tanırken ilerleyen saatlerde boğaz kenarına çekilen perdelerle ses izolasyonu sağlanması, tahmin ediyorum ki gerçekten yararlı oluyor.
İçerken ve dans ederken yanınızdakiyle rahatça konuşabiliyorsunuz, müziğe yoğunlaştığınızda da gayet yüksek bir sesle eğlenebiliyorsunuz.. Hiçte abartıldığı gibi değil ama tabi bu benim sevdiğimden, ben öyle çok bangır müzikte eğlenemiyorum...
Gerçi hani 9 da başlayacağı ilan edilipte mutlaka 9u geçe başlayan konserlerin 12 de kesin olarak bitirilmek zorunda bırakılması da ayrı bir konu şimdi, zaten geç başlamış, o zaman geç bitmeli ki, gittiğimize değmeli..
Tabi biz herşeyi kişiselleştiriyoruz, bütün yasaklar biz de değişiyor, bakalım bunlar nasıl şekil alacak, hep birlikte göreceğiz.
Bir de unutmadan Vuvuzela'yı da yazmak isterim buraya, Güney Afrika'da gerçekleşen 2010 Dünya Kupasında ortaya çıkan ve sivrisinek vızıltısını andıran Vuvuzela tabiki benim favorim..
Labels:
dünya kupası,
güney afrika,
konser,
reina,
ses yasağı,
sivrisinek,
vuvuzela
Wednesday, July 07, 2010
Tatilim geldi...
Bu yıl benim dolaylı teyze ya da hala olma yılım. Çevremdeki hamilelerin karnındaki bebekler, yavaş yavaş bu dünyaya gelmeye başladı. Adımın yanına eklenen bu sıfatlar ürkütmüyor değil hani. Beni büyütecek tek şeyin benden sonra bir neslin gelmesi olduğunu tahmin edemezdim ama Alara ile başlayan bu akım, beni daha çok düşünmeye, nerde olduğumu, ne yaptığımı sorgulamaya itti.
Depresyona mı giriyorum ne :) Bunda Temmuzun ortası olmuş olupta ayağımın hala denize değmemiş olmasının etkisi de büyük tabi, ne kadar dayanabilirim bilemiyorum, yüzmek istiyorum!
Deniz, güneş, kum istiyorum. Minder, hamak, limonata sonra.. Okumadığım kitapları okumak, seyredemediğim dizilere bakmak, boş kalmak, düşünmemek, uyumak, uyumak, uyandığımda güneşi hissetmek istiyorum... Gördüğüm bir arının çiçeğe konuşunu seyretmek, çiçekten poleni alış anını yakalamak, tek derdimin polenin bala dönüşüp dönüşemeyeceğini düşünmek olmasını, çimlerde yalınayak gezerken çimleri sulamayı, bisiklete binip, boş bulduğum salıncakta sallanmayı, denizi izlemeyi, uzaklara bakıp dalmayı, hepsini, hepsini istiyorum. Ayvalık'ım depreşti, Bozcaada'm sonra, İğneada'da olabilir, hiç gitmediğim halde Kaş'ı da seviyorum, sonra Alaçatı olur, ne bileyim, Marmaris, Datça, Fethiye... Hepsi hepsi kabulüm :)Hep İstanbul yazın da çok güzel derdim ama bir yere kaçmadan o güzellik fark edilmiyormuş. Allahtan uzun uzun yağmurlar yağdı da, bu hal ve gidişat biraz daha katlanılır hale geldi. Hayır bir de Ağustos'un hemen başı ramazan. O da beni panikletiyor tabi, sanki artık hiç zaman kalmamış gibi hissediyorum. Yüzmek istiyorum, evet kesin kararım bu, yüzmek... Bakalım ne kadar dayanabileceğim!..
Depresyona mı giriyorum ne :) Bunda Temmuzun ortası olmuş olupta ayağımın hala denize değmemiş olmasının etkisi de büyük tabi, ne kadar dayanabilirim bilemiyorum, yüzmek istiyorum!
Deniz, güneş, kum istiyorum. Minder, hamak, limonata sonra.. Okumadığım kitapları okumak, seyredemediğim dizilere bakmak, boş kalmak, düşünmemek, uyumak, uyumak, uyandığımda güneşi hissetmek istiyorum... Gördüğüm bir arının çiçeğe konuşunu seyretmek, çiçekten poleni alış anını yakalamak, tek derdimin polenin bala dönüşüp dönüşemeyeceğini düşünmek olmasını, çimlerde yalınayak gezerken çimleri sulamayı, bisiklete binip, boş bulduğum salıncakta sallanmayı, denizi izlemeyi, uzaklara bakıp dalmayı, hepsini, hepsini istiyorum. Ayvalık'ım depreşti, Bozcaada'm sonra, İğneada'da olabilir, hiç gitmediğim halde Kaş'ı da seviyorum, sonra Alaçatı olur, ne bileyim, Marmaris, Datça, Fethiye... Hepsi hepsi kabulüm :)Hep İstanbul yazın da çok güzel derdim ama bir yere kaçmadan o güzellik fark edilmiyormuş. Allahtan uzun uzun yağmurlar yağdı da, bu hal ve gidişat biraz daha katlanılır hale geldi. Hayır bir de Ağustos'un hemen başı ramazan. O da beni panikletiyor tabi, sanki artık hiç zaman kalmamış gibi hissediyorum. Yüzmek istiyorum, evet kesin kararım bu, yüzmek... Bakalım ne kadar dayanabileceğim!..
Friday, June 25, 2010
Alara, bizim minik su perimiz...
Kötü geçen 2009 yılımın en güzel haberiydin sen. Özellikle en keyifsiz günlerimde Gözde’nin ağlayarak verdiği bu güzel haber hemen göz pınarlarımı fışkırtmış, ağlamaktan konuşamamış, hayatımıza güzellik getireceğini o gün anlamıştım.
Geçen bunca ay sonra, senin hep mucize olduğunu düşündüm, hele annenin karnında seni ilk gördüğüm, kalp atışını ilk duyduğum an, tarifsizdi, şimdiye dek gördüklerimden, bildiklerimden çok farklıydı.
Sonra kız olacağını öğrendik, bize arkadaş olacağını, arkadaşlığında bizi göreceğimizi öğrendik. Sen annenin karnında büyüdükçe benim sana, Allah’ın mucizelerine olan inancım katlanarak arttı.
Annenin karnındaki seni severken gelip elime poponu dayaman, annenin gülerken seni hoplattığını düşünmem, söylediklerimize hareketlerinle verdiğin tepkiler, heyecanımıza heyecan kattı.
Ve sen erken gelmeye karar verdin, 23 Haziran 2010 sabahı erkenden hastaneye taşındık, annenin ameliyata inmesiyle senin dışarı çıkman arasında geçen zaman o kadar kısa sürdü ki, artık emindim senin mucize olduğuna...
Yine akan gözyaşlarımızı, senin dindireceğini biliyorduk ve sen ilk günden itibaren bizi yanıltmadın. Gördüğüm en güzel ve en uslu bebek olarak bizi şenlendirdin.
2010 yılı, senin sayende güzelleşti, ışıldadı.
Şimdi senden öğreneceğimiz çok şey var ve belki bu kez sen, bizi büyütebileceksin. Ve eminim sen, bizi birarada, sımsıcak tutacaksın.
Ben 22 senedir annenin en yakın dostu, 11 senedir babanın baldızı, 2 gündür de senin Mimi’nim. Bundan sonra hayatlarımız da yollarımız da hep kesişecek, ben hep senin yanında, desteğinde olacağım ve sen hep benim ilk göz ağrım olacaksın.
Dünyamıza hoşgeldin Alara. Umarım bizden memnun kalırsın...
Geçen bunca ay sonra, senin hep mucize olduğunu düşündüm, hele annenin karnında seni ilk gördüğüm, kalp atışını ilk duyduğum an, tarifsizdi, şimdiye dek gördüklerimden, bildiklerimden çok farklıydı.
Sonra kız olacağını öğrendik, bize arkadaş olacağını, arkadaşlığında bizi göreceğimizi öğrendik. Sen annenin karnında büyüdükçe benim sana, Allah’ın mucizelerine olan inancım katlanarak arttı.
Annenin karnındaki seni severken gelip elime poponu dayaman, annenin gülerken seni hoplattığını düşünmem, söylediklerimize hareketlerinle verdiğin tepkiler, heyecanımıza heyecan kattı.
Ve sen erken gelmeye karar verdin, 23 Haziran 2010 sabahı erkenden hastaneye taşındık, annenin ameliyata inmesiyle senin dışarı çıkman arasında geçen zaman o kadar kısa sürdü ki, artık emindim senin mucize olduğuna...
Yine akan gözyaşlarımızı, senin dindireceğini biliyorduk ve sen ilk günden itibaren bizi yanıltmadın. Gördüğüm en güzel ve en uslu bebek olarak bizi şenlendirdin.
2010 yılı, senin sayende güzelleşti, ışıldadı.
Şimdi senden öğreneceğimiz çok şey var ve belki bu kez sen, bizi büyütebileceksin. Ve eminim sen, bizi birarada, sımsıcak tutacaksın.
Ben 22 senedir annenin en yakın dostu, 11 senedir babanın baldızı, 2 gündür de senin Mimi’nim. Bundan sonra hayatlarımız da yollarımız da hep kesişecek, ben hep senin yanında, desteğinde olacağım ve sen hep benim ilk göz ağrım olacaksın.
Dünyamıza hoşgeldin Alara. Umarım bizden memnun kalırsın...
Wednesday, June 02, 2010
Rüyalar Gerçek Olsa...
Bu sefer ben değil, sanıyorum ki bilinç altım sapıttı...
Öyle mesaj içerikli rüyalar görmeye başladım ki ve gördüklerim o kadar net ki, gün içinde rüyalarımı düşünüp, şizofrenik anlar yaşıyorum.
Bir keresinde bir denizin köpüğünü, bir diğerinde bana bakan birinin bakışını ya da en sonuncusunda hayalimin gerçekliğini... Eskiden de gördüğüm rüya aynı gün içinde gerçek olurdu ama hiç bu kadar etkilemezdi beni.
İşte o yüzden buraya not düşmek istedim. Gerçekleşirse kendime ben demiştim demek için..
Ben böyle kendi halimdeyken dünyada kayıtsız kalamayacağım bir çok gelişmeler meydana gelmeye başladı. Konuyu Yılmaz Özdil çok güzel özetlemiş, tarihte bugünlerde neler oluyor, okumak için, buyrun...
Öyle mesaj içerikli rüyalar görmeye başladım ki ve gördüklerim o kadar net ki, gün içinde rüyalarımı düşünüp, şizofrenik anlar yaşıyorum.
Bir keresinde bir denizin köpüğünü, bir diğerinde bana bakan birinin bakışını ya da en sonuncusunda hayalimin gerçekliğini... Eskiden de gördüğüm rüya aynı gün içinde gerçek olurdu ama hiç bu kadar etkilemezdi beni.
İşte o yüzden buraya not düşmek istedim. Gerçekleşirse kendime ben demiştim demek için..
Ben böyle kendi halimdeyken dünyada kayıtsız kalamayacağım bir çok gelişmeler meydana gelmeye başladı. Konuyu Yılmaz Özdil çok güzel özetlemiş, tarihte bugünlerde neler oluyor, okumak için, buyrun...
Friday, May 28, 2010
www.mineyaman.com
Evet, taşındık, hem de hiç bir yazımız kaybolmadan..
Benim gibi blog yazılarını kafasında biriktiren ve bir türlü yazıya döküp, bir araya getiremeyen ya da tuttuğu defterlerin her biri yarım yarım kalan birinin doldurduğu bir alana dokunması bile büyük bir olayken, Sevgili Arkadaşım Ali, bizi bu adrese taşıdı. Hem de bunu blogumun 4. yılını doldurduğu 20 Mayıs'ta gerçekleştirdi.
Enerjimin olmadığı, modumun bozuk olduğu günlerden birinde yazdığım bir yazıya üzülen Ali, beni kendime getirmek için bu sayfayı bana aslında sadece bana değil, bize hediye etti.
Hayatı boyunca hep aynı yerde yaşamış biri olarak, alışkınlıklarımı kolay değiştirmememin sebebiyle kendimi elimdekilere bu kadar bağlamışken, bu yenilik benim için, süper geldi.
Ali'cim,
Çok ama çok teşekkür ederim. Hem bu şahane hediyen, hem de buraya geçiş süresince verdiğin destek için... Tüm yakın çevren gibi, ben de arkadaşın olduğum için çok şanslıyım. Tekrar, tekrar teşekkür ediyorum.
Labels:
Ali Sağlam,
benim blogum,
taşınma,
www.mineyaman.com
Tuesday, May 18, 2010
Yazacak Ne Çok Şey Var!
Bir atalet hali üzerimde.. Ne yazabiliyorum, ne okuyabiliyor, ne konuşa.. Halbuki sabah 6 da başlıyorum yaşama ve mümkün olan en geç saatlerde sonlandırıyorum. Yine bir sorgulama hali içimde, her şeyi, herkesi sorguluyorum. Bir de var olan yoğunluk içinde tüm bu düşünceleri kovalamaya çalışıyorum zihnimden..
Geçen gün bir arkadaşım "Çok fazla herşeyin farkındasın, o yüzden hiç bir duyguyu yoğun yaşayamayacaksın.." dedi bana, üzüldüm.
Bir diğeri de "Başarı ve mutluluk aynı anda olmaz, ya %75 başarılı, ya %75 mutlu olacaksın, bence sen başarılısın." dedi, ona da üzüldüm.
Mutlu olmayı tercih ederim.
Hem 'Başarı' ne demek ki? Kime göre, neye göre başarı? İşle ilgili doğru zamanlarda, doğru yerlerde olmak mıdır, başarı? Ya da dışarıdan mutlu gözüken bir ilişkiye sahip olmak? Ya da ödül almak, kariyer yaptığını sanmak, okulu bitirmek, evlenmek... Hangisi başarı?
Bence esas başarı sorumluluk. Ve bunu sorgularken insanın en büyük sorumluluğunun çocuğuna karşı olan sorumluluğu olduğunu anladım. Başarı bence bir çocuk yetiştirebiliyor olmak, çünkü bence bu; hayattaki en büyük mucize.
Ben ise kendi halimde, daha fazla anları yakalamaya çalışıyorum hala.. Hıdrellez'de dilek tutarken, Antakya'da eski bir Sabunhane'de kendimi dizide oynar sanarken, Kordon'da rakı içerken, evden çıktığımda yağan yağmur tanelerine gülümserken, Ortaköy'de çilekli tart yerken... Mutluyum.
Ufak şeylerden mutlu olanlar, ufak şeylere üzülebiliyorlar işte..
İnsanların ego savaşlarından sıkıldım. Bencilliklerinden, kavgalarından, bağrışlarından, telaşlarından, keskin kılıçlarından... Ve tüm bunlara hala üzülen kendimden.
Mutluluk ve tedirginlik arasında bir yerlerdeyim, ya mutluyum, ya tedirgin! Ara renklerimi geri istiyorum. Pembe ve gri arasında dünyalar olmalı.
Bloga yeteri kadar zaman ayıramıyorum, halbuki yarın tam 4. yaşını dolduracak Benim Blogum. Resimdeki çilekli cupcake, bizim için gelsin. Daha sık yazabilmem dileğiyle...
Geçen gün bir arkadaşım "Çok fazla herşeyin farkındasın, o yüzden hiç bir duyguyu yoğun yaşayamayacaksın.." dedi bana, üzüldüm.
Bir diğeri de "Başarı ve mutluluk aynı anda olmaz, ya %75 başarılı, ya %75 mutlu olacaksın, bence sen başarılısın." dedi, ona da üzüldüm.
Mutlu olmayı tercih ederim.
Hem 'Başarı' ne demek ki? Kime göre, neye göre başarı? İşle ilgili doğru zamanlarda, doğru yerlerde olmak mıdır, başarı? Ya da dışarıdan mutlu gözüken bir ilişkiye sahip olmak? Ya da ödül almak, kariyer yaptığını sanmak, okulu bitirmek, evlenmek... Hangisi başarı?
Bence esas başarı sorumluluk. Ve bunu sorgularken insanın en büyük sorumluluğunun çocuğuna karşı olan sorumluluğu olduğunu anladım. Başarı bence bir çocuk yetiştirebiliyor olmak, çünkü bence bu; hayattaki en büyük mucize.
Ben ise kendi halimde, daha fazla anları yakalamaya çalışıyorum hala.. Hıdrellez'de dilek tutarken, Antakya'da eski bir Sabunhane'de kendimi dizide oynar sanarken, Kordon'da rakı içerken, evden çıktığımda yağan yağmur tanelerine gülümserken, Ortaköy'de çilekli tart yerken... Mutluyum.
Ufak şeylerden mutlu olanlar, ufak şeylere üzülebiliyorlar işte..
İnsanların ego savaşlarından sıkıldım. Bencilliklerinden, kavgalarından, bağrışlarından, telaşlarından, keskin kılıçlarından... Ve tüm bunlara hala üzülen kendimden.
Mutluluk ve tedirginlik arasında bir yerlerdeyim, ya mutluyum, ya tedirgin! Ara renklerimi geri istiyorum. Pembe ve gri arasında dünyalar olmalı.
Bloga yeteri kadar zaman ayıramıyorum, halbuki yarın tam 4. yaşını dolduracak Benim Blogum. Resimdeki çilekli cupcake, bizim için gelsin. Daha sık yazabilmem dileğiyle...
Labels:
Antakya,
atalet,
benim blogum,
Bodrum,
iç sıkıntısı,
İzmir,
Ortaköy,
pembe,
yaşgünü
Wednesday, April 21, 2010
Küllerin İçindeeeen Canım...
"Doğa, intikam alır, almalı da bence, kendini unutturmamalı, insanların kendilerini bu dünyanın sahibi sanmalarına ayak diremeli, izin vermemeli..
Bunu yaparkende iyi kötü ayırt etmeden herkesi etkilemeli."derim hep, derim de bu kez beni de etkileyeceğini tahmin edemedim..
İtalya'ya gittim, isaloni fuarının içindeki EuroCucina'ya. Malum fuar dönemi, Türkiye içindekileri bitirirken, dünyada bu işler nasıl yürüyoru izlemeye Milano'daydık.
Bu arada, fuarların artık bittiğini düşünüyorum, bunda internetin payının büyüklüğü kadar, metrekarelerin geniş olduğu showroomların ve tüm bilgilere anında ulaşma kolaylığının payı da var bence. Yine de seviyorum o salonları dolaşan insanları izlemeyi, catering firmalarının yarışlarını, fuarda stand sahiplerinin misafirperverliğini ve fuar hareketliliğini.
Tüm bu düşünceler içerisindeyken Mart ayında İzlanda'da patlayan Eyyafyallayöküll yanardağının küllerinin Avrupa'daki uçaklara mani olduğunu duymuştum ama kuzeydeydi o küller.
Günlük koşuşturmanın içerisinde uçmak bizim için çok doğal bir eylem tabi. Hatta uzaktaki yakınlarımız uçakla o kadar bizdelerdi ki, artık mesafelerin ve zamanların bir anlamı yok, sanıyoruz. Sanıyoruz da...
Halbuki gerçek böyle değil!
Uzak, uzaktaydı işte, izlediğimiz filmlerdeki gibi, ulaşımın sonuna gelinmişti, insanlar trenlere doluşup yakınlarına kavuşmaya çalışıyor, havaalanlarından gidebilmenin planlarını yapıyorlardı. Havaalanlarında telefon çekmiyor, bulduğun prizde laptop ya da telefonunu şarj etmeye çalışıyor, çünkü zamanının ne kadarını orada geçireceğini bilmiyordun.
Filmlerde izlediğimiz felaket senaryoları bir gün gerçek olacak mı? Bence henüz değil, ama gerçekleşeceği günler de gelecek. Doğa ve düzenin sahibi bizi ufak uyarılarla dürtüyor bence, biz ise eğer içinde değilsek bunu görmezden gelerek, dümdüz devam ediyoruz hasar vererek ilerlemeye.
Biz şanslı olduğumuz için, uçağın kalkmayacağını öğrenince Milano Malpensa havaalanından Varese'ye geçtik. Bir gece orada konakladıktan sonra tek çıkış yolu olan Roma için araba bulmaya çalıştık, bulduk da, sonra ben 6. ayda ikinci kez, Ancona, Toscana yolundan Roma'ya indim. Bu inişin Toscana'dan geçerken o şarap bağlarına rağmen uzaklaşmak istedim. Milano'dayım, mahsur kaldım dediklerimin, ohhh tadını çıkar cümlelerini anlamaya çalıştım. Gitmeye niyetlenmişsin bir kere, benim gibi sabırlı ama sonunda istediğini yapan bile olsanız, gitmeye karar verdiğinizde durmak o kadar zor ki.
Kendimizi İran'dan kaçmaya çalışan 'Kızım Olmadan Asla' kitabı&filminin başrol oyuncuları gibi oradan oraya koşuştururken bulduk, yarı gülüp, yarı sinirlenerek.
Sonra Roma'dan çok kimselerin bilmediği bir uçakla döndük, insanlar bu kadar uğraşıp yer değiştirmeye çalışırken uçakta sadece 30 kişinin olması gerçekten ilginçti.
THY sağolsun, Roma severlerinin hiç birini iptal etmeden, kimseyi oraya yönlendirmeden, telefonlarına cevap vermeden, hayatını sürdürüyordu.
Doğanın henüz yapacaklarından habersiz insanoğlu, açıklama bile yapamaz hale geldi sonunda hayata.
Bakalım daha neler göreceğiz. Bakalım daha..
Bunu yaparkende iyi kötü ayırt etmeden herkesi etkilemeli."derim hep, derim de bu kez beni de etkileyeceğini tahmin edemedim..
İtalya'ya gittim, isaloni fuarının içindeki EuroCucina'ya. Malum fuar dönemi, Türkiye içindekileri bitirirken, dünyada bu işler nasıl yürüyoru izlemeye Milano'daydık.
Bu arada, fuarların artık bittiğini düşünüyorum, bunda internetin payının büyüklüğü kadar, metrekarelerin geniş olduğu showroomların ve tüm bilgilere anında ulaşma kolaylığının payı da var bence. Yine de seviyorum o salonları dolaşan insanları izlemeyi, catering firmalarının yarışlarını, fuarda stand sahiplerinin misafirperverliğini ve fuar hareketliliğini.
Tüm bu düşünceler içerisindeyken Mart ayında İzlanda'da patlayan Eyyafyallayöküll yanardağının küllerinin Avrupa'daki uçaklara mani olduğunu duymuştum ama kuzeydeydi o küller.
Günlük koşuşturmanın içerisinde uçmak bizim için çok doğal bir eylem tabi. Hatta uzaktaki yakınlarımız uçakla o kadar bizdelerdi ki, artık mesafelerin ve zamanların bir anlamı yok, sanıyoruz. Sanıyoruz da...
Halbuki gerçek böyle değil!
Uzak, uzaktaydı işte, izlediğimiz filmlerdeki gibi, ulaşımın sonuna gelinmişti, insanlar trenlere doluşup yakınlarına kavuşmaya çalışıyor, havaalanlarından gidebilmenin planlarını yapıyorlardı. Havaalanlarında telefon çekmiyor, bulduğun prizde laptop ya da telefonunu şarj etmeye çalışıyor, çünkü zamanının ne kadarını orada geçireceğini bilmiyordun.
Filmlerde izlediğimiz felaket senaryoları bir gün gerçek olacak mı? Bence henüz değil, ama gerçekleşeceği günler de gelecek. Doğa ve düzenin sahibi bizi ufak uyarılarla dürtüyor bence, biz ise eğer içinde değilsek bunu görmezden gelerek, dümdüz devam ediyoruz hasar vererek ilerlemeye.
Biz şanslı olduğumuz için, uçağın kalkmayacağını öğrenince Milano Malpensa havaalanından Varese'ye geçtik. Bir gece orada konakladıktan sonra tek çıkış yolu olan Roma için araba bulmaya çalıştık, bulduk da, sonra ben 6. ayda ikinci kez, Ancona, Toscana yolundan Roma'ya indim. Bu inişin Toscana'dan geçerken o şarap bağlarına rağmen uzaklaşmak istedim. Milano'dayım, mahsur kaldım dediklerimin, ohhh tadını çıkar cümlelerini anlamaya çalıştım. Gitmeye niyetlenmişsin bir kere, benim gibi sabırlı ama sonunda istediğini yapan bile olsanız, gitmeye karar verdiğinizde durmak o kadar zor ki.
Kendimizi İran'dan kaçmaya çalışan 'Kızım Olmadan Asla' kitabı&filminin başrol oyuncuları gibi oradan oraya koşuştururken bulduk, yarı gülüp, yarı sinirlenerek.
Sonra Roma'dan çok kimselerin bilmediği bir uçakla döndük, insanlar bu kadar uğraşıp yer değiştirmeye çalışırken uçakta sadece 30 kişinin olması gerçekten ilginçti.
THY sağolsun, Roma severlerinin hiç birini iptal etmeden, kimseyi oraya yönlendirmeden, telefonlarına cevap vermeden, hayatını sürdürüyordu.
Doğanın henüz yapacaklarından habersiz insanoğlu, açıklama bile yapamaz hale geldi sonunda hayata.
Bakalım daha neler göreceğiz. Bakalım daha..
Labels:
Eurocucine,
Eyyafyallayöküll,
İsaloni,
İtalya,
İzlanda,
Milano,
Roma,
thy,
Toscana,
yanardağ
Wednesday, March 17, 2010
Kaan Sezyum / Hayat ve Anlamı...
Kaan Sezyum..
Radikal Gazetesi Yazarı. Geçen hafta sevgili eşini kaybetti, ben kaybını hemen o akşam bir arkadaşımdan öğrendim. Tanımasam da çok üzüldüm, insan bir kayıp duyuynca, kendini ya onun, ya da çevresindekilerin yerine koyuyor sanırım, daha da çok üzülüyor..
Kaan Sezyum, eşinin ardından öyle bir yazı yazmışki, insanın en içine dokunan. Kaç kere okudum bilmiyorum, burada yer alsın istedim, biraz daha okuyayım diye...
Hayat ve anlamı
Geçen haftadan beri hayatımın pek bir anlamı yok gibi geliyor. Ne yazılarımı okutacağım birisi, ne sabah güldüğümüz birisi, ne de balkonda kuşları yemlediğimiz birisi var yanımda. Yok yani. İşin en fenası da bu yok oluşun, tam anlamıyla bi yok oluş halinde gerçekleşmesi oldu. Gayet güzel kahvaltı ederken, birlikte Türk kahvesi için tek bir sigarayı ortaklaşa tüttürürken birden akşam oluyor, evde kimseler yok. Çat! Şimdi evde iki kişi kaldık. Kedimiz Tortor da bu vesileyle üzerime kaldı. Yokluk kendisini zamanla hissettiren bir şey. Varken olanı hissetmiyorsunuz, yokken de olmayanı hissediyorsunuz, garip. Kısa sürede çok üzüldüm.
Üzülmemin sebeplerini düşündüm biraz. İnsan çok sevdiği birisini kaybedince (bence) birkaç şeyden dolayı üzülüyor. Ben artık onunla bi şeyler paylaşamayacak olmama üzüldüm. Kumda kendisini temizleyen bir serçe, suyun dibinden giden bi balık sürüsü gördüğümde artık gösterecek kimsem yok. Çok yalnızım. Ama arkadaşlar iyidir, beni yalnız bırakmıyorlar. Yalnız kaldığınız her an bi takım anılar çıt, çıt ya da güm güm şeklinde kafanızın içinde patlayıveriyor. Geceleri uyumak çok zor. İçki de içmediğimden, uyumak için alternatif tıbbın tüm bileşenlerini devreye sokuyorum.
Gözlerimi bilinçli olarak kapatmak istemediğimden yapılabilecek en sıradan şeyi yapı TV’ye bakarken ekran karşısında sızıyorum. Sabah kalkış kısmı daha fena. Uyandıktan sonra yatak keyfi diye bir şey yok. Zaten yatakta keyif yapacak bi şey de yok. Sabahın köründe kargalarla birlikte oturup bok yemeye başlıyorum ben de. Ne yapalım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz ne de olsa. ‘Hayat devam ediyor’ filan diyorlar ama benim için aslında hayat pek devam etmiyor şu sıralar. Neyi devam etsin? Benim için hayat yeniden başlıyor şu anda sanırım. Hem de sıfırdan.
Sevindiğim şeyler de var. Son bir yılı reklam acansındaki işimden ayrılıp evde Nursel’le birlikte geçirmiş olmamız beni en çok rahatlatan şeylerden biri. Ortalama insanlardan çok daha fazla birlikte ve mutluyduk son bir yıl içinde. Evde sabahtan akşama oturup, ağaçlara bulutlara, Tortor’a bakıp gülüyorduk. Çok mutluyduk, gerçekten. Çoğu insanın yaşayamayacağı kadar mutluluk yaşadım son bir senede. Ne yazık ki mutluluk da elektrik gibi bir yere istiflenmesi zor bi duygu. Şimdi o mutluluk anları anı olarak suratıma kapanıyor. Yalnızlığın bir başka karanlık tarafı da ortaya çıkıyor böylece; karşılaşmalar.
Sabahtan akşama çevremdeki birçok şeyde birlikte yaşadığım, eğlendiğim ve mutlu olduğum insanı görüyorum ister istemez. Neyse ki şimdi kendisini Heybeli’ye bıraktık. Bir süre sonra o da adanın bir parçası olacak, Heybeli’ye her gittiğimde belki de enseme konan bir sinek, topraktan çıkan bir çiçek, ağacın tekinde ekşi bi erik ya da peşimden gelen yavru bi kedi olacak. Şimdilik beklemekte yarar var. Hiçbir şey kaybolmuyor, bu da bir gerçek.
Hep çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Hâlâ da düşünüyorum galiba. Hep istediğim işi yaptım, beni sıkan protokollere, ıvıra zıvıra bulaşmadım, zora gelmedim, her işim iyi gitti... Ama geçen haftaki bomba biraz fena patladı bende. Şu anda evrensel şans skalasında eksilere düştüm sanırım. Bundan sonrası yukarı çıkış olabilir sadece.
‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım’ gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik. Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. Dolaptan kestiğim bi parça kaşar peynirine sevinirdi. Susadığı zaman götürdüğüm bi bardak suyun yüzünde yarattığı mutluluğu görmeniz gerekirdi beni anlamanız için. Sabahları sağlıklı olalım diye tek bi aspirini içip “Şimdi mükemmel olduk” diye salak salak sevinirdik. Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk. İnsan burnuna Çin yağı sürüp uyuyacak diye sevinir mi? Bazısı seviniyormuş, o da bana denk gelmiş. Şans işi işte.
Bir yandan da birbirimize hiç benzemezdik. Zevklerimiz çok farklıydı ama bana her zaman yeni bir şeyler gösterirdi. İnsan olmayı, çevremi sevmeyi Nursel’den öğreniyordum, daha da alacak çok dersim vardı. Krediler tamamlanmadan kaçtı gitti, bizim krediler de yandı badem oldu. Daha öğrenecek çok şeyim vardı.
Beni hayata bağlayan şeydi kendisi. O gidince iyice saçma sapan bir insan olacağım gibi hissediyorum. Bana kızacak, yaptıklarıma laf edecek ya da beni çekip çevirecek birisi yok şimdi. Dımdızlak kaldım evde, bir de kucağımda Tortor var, mal gibi salonda kanepede oturuyoruz, ağaçların gölgelerine bakıyoruz işte.
Durum böyle olunca hayatın da anlamını görmeye başlıyorum ağırdan. Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha. Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş,
bi kere daha ayılıyorsunuz. Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor. Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık. Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim. Tek farkım çok güzel yaşadım, geçen haftaya kadar da kazasız belasız geldiydik. Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına. Çekiliş hep devam edecek.
Bi fotoğraf filan koymak istiyordum ama hiçbir şeye bakamıyorum. Zaten tüm fotoğraflar benim aklımda. Zamanla çıt çıt açılıyorlar. Şimdi onlara bakmak için çok erken.
Karşılaşmalar, eşyalar ve yerler en fenası. Ama her şey ilk seferinde çok acıtıyor insanın içini. Aynı yerden ikinci geçişinizde sadece içinizde bi sıcaklık kalıyor. Bakalım ne olacak? Hayatımın en büyük darbesinden sonra ne kadar sıcak beni kurtaracak bilemiyorum. Yalnızlık sıcak bi şey değil, onu çok iyi biliyorum.
Geçen hafta tam da şu satırları yazdığım sırada yanımdan gitti, artık yok. Yani var ama, yok. Üzücü ama gerçek, ne yapalım?
Şimdi arkadaşlarla daha fazla zaman geçirilecek, onlarla da güzel anlar paylaşılacak, mutlu yaşamaya devam edilecek. Mutlu olmaktan başka yapacak bir şey yok. Yani var ama, yok.
Radikal Gazetesi Yazarı. Geçen hafta sevgili eşini kaybetti, ben kaybını hemen o akşam bir arkadaşımdan öğrendim. Tanımasam da çok üzüldüm, insan bir kayıp duyuynca, kendini ya onun, ya da çevresindekilerin yerine koyuyor sanırım, daha da çok üzülüyor..
Kaan Sezyum, eşinin ardından öyle bir yazı yazmışki, insanın en içine dokunan. Kaç kere okudum bilmiyorum, burada yer alsın istedim, biraz daha okuyayım diye...
Hayat ve anlamı
Geçen haftadan beri hayatımın pek bir anlamı yok gibi geliyor. Ne yazılarımı okutacağım birisi, ne sabah güldüğümüz birisi, ne de balkonda kuşları yemlediğimiz birisi var yanımda. Yok yani. İşin en fenası da bu yok oluşun, tam anlamıyla bi yok oluş halinde gerçekleşmesi oldu. Gayet güzel kahvaltı ederken, birlikte Türk kahvesi için tek bir sigarayı ortaklaşa tüttürürken birden akşam oluyor, evde kimseler yok. Çat! Şimdi evde iki kişi kaldık. Kedimiz Tortor da bu vesileyle üzerime kaldı. Yokluk kendisini zamanla hissettiren bir şey. Varken olanı hissetmiyorsunuz, yokken de olmayanı hissediyorsunuz, garip. Kısa sürede çok üzüldüm.
Üzülmemin sebeplerini düşündüm biraz. İnsan çok sevdiği birisini kaybedince (bence) birkaç şeyden dolayı üzülüyor. Ben artık onunla bi şeyler paylaşamayacak olmama üzüldüm. Kumda kendisini temizleyen bir serçe, suyun dibinden giden bi balık sürüsü gördüğümde artık gösterecek kimsem yok. Çok yalnızım. Ama arkadaşlar iyidir, beni yalnız bırakmıyorlar. Yalnız kaldığınız her an bi takım anılar çıt, çıt ya da güm güm şeklinde kafanızın içinde patlayıveriyor. Geceleri uyumak çok zor. İçki de içmediğimden, uyumak için alternatif tıbbın tüm bileşenlerini devreye sokuyorum.
Gözlerimi bilinçli olarak kapatmak istemediğimden yapılabilecek en sıradan şeyi yapı TV’ye bakarken ekran karşısında sızıyorum. Sabah kalkış kısmı daha fena. Uyandıktan sonra yatak keyfi diye bir şey yok. Zaten yatakta keyif yapacak bi şey de yok. Sabahın köründe kargalarla birlikte oturup bok yemeye başlıyorum ben de. Ne yapalım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz ne de olsa. ‘Hayat devam ediyor’ filan diyorlar ama benim için aslında hayat pek devam etmiyor şu sıralar. Neyi devam etsin? Benim için hayat yeniden başlıyor şu anda sanırım. Hem de sıfırdan.
Sevindiğim şeyler de var. Son bir yılı reklam acansındaki işimden ayrılıp evde Nursel’le birlikte geçirmiş olmamız beni en çok rahatlatan şeylerden biri. Ortalama insanlardan çok daha fazla birlikte ve mutluyduk son bir yıl içinde. Evde sabahtan akşama oturup, ağaçlara bulutlara, Tortor’a bakıp gülüyorduk. Çok mutluyduk, gerçekten. Çoğu insanın yaşayamayacağı kadar mutluluk yaşadım son bir senede. Ne yazık ki mutluluk da elektrik gibi bir yere istiflenmesi zor bi duygu. Şimdi o mutluluk anları anı olarak suratıma kapanıyor. Yalnızlığın bir başka karanlık tarafı da ortaya çıkıyor böylece; karşılaşmalar.
Sabahtan akşama çevremdeki birçok şeyde birlikte yaşadığım, eğlendiğim ve mutlu olduğum insanı görüyorum ister istemez. Neyse ki şimdi kendisini Heybeli’ye bıraktık. Bir süre sonra o da adanın bir parçası olacak, Heybeli’ye her gittiğimde belki de enseme konan bir sinek, topraktan çıkan bir çiçek, ağacın tekinde ekşi bi erik ya da peşimden gelen yavru bi kedi olacak. Şimdilik beklemekte yarar var. Hiçbir şey kaybolmuyor, bu da bir gerçek.
Hep çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Hâlâ da düşünüyorum galiba. Hep istediğim işi yaptım, beni sıkan protokollere, ıvıra zıvıra bulaşmadım, zora gelmedim, her işim iyi gitti... Ama geçen haftaki bomba biraz fena patladı bende. Şu anda evrensel şans skalasında eksilere düştüm sanırım. Bundan sonrası yukarı çıkış olabilir sadece.
‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım’ gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik. Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. Dolaptan kestiğim bi parça kaşar peynirine sevinirdi. Susadığı zaman götürdüğüm bi bardak suyun yüzünde yarattığı mutluluğu görmeniz gerekirdi beni anlamanız için. Sabahları sağlıklı olalım diye tek bi aspirini içip “Şimdi mükemmel olduk” diye salak salak sevinirdik. Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk. İnsan burnuna Çin yağı sürüp uyuyacak diye sevinir mi? Bazısı seviniyormuş, o da bana denk gelmiş. Şans işi işte.
Bir yandan da birbirimize hiç benzemezdik. Zevklerimiz çok farklıydı ama bana her zaman yeni bir şeyler gösterirdi. İnsan olmayı, çevremi sevmeyi Nursel’den öğreniyordum, daha da alacak çok dersim vardı. Krediler tamamlanmadan kaçtı gitti, bizim krediler de yandı badem oldu. Daha öğrenecek çok şeyim vardı.
Beni hayata bağlayan şeydi kendisi. O gidince iyice saçma sapan bir insan olacağım gibi hissediyorum. Bana kızacak, yaptıklarıma laf edecek ya da beni çekip çevirecek birisi yok şimdi. Dımdızlak kaldım evde, bir de kucağımda Tortor var, mal gibi salonda kanepede oturuyoruz, ağaçların gölgelerine bakıyoruz işte.
Durum böyle olunca hayatın da anlamını görmeye başlıyorum ağırdan. Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha. Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş,
bi kere daha ayılıyorsunuz. Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor. Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık. Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim. Tek farkım çok güzel yaşadım, geçen haftaya kadar da kazasız belasız geldiydik. Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına. Çekiliş hep devam edecek.
Bi fotoğraf filan koymak istiyordum ama hiçbir şeye bakamıyorum. Zaten tüm fotoğraflar benim aklımda. Zamanla çıt çıt açılıyorlar. Şimdi onlara bakmak için çok erken.
Karşılaşmalar, eşyalar ve yerler en fenası. Ama her şey ilk seferinde çok acıtıyor insanın içini. Aynı yerden ikinci geçişinizde sadece içinizde bi sıcaklık kalıyor. Bakalım ne olacak? Hayatımın en büyük darbesinden sonra ne kadar sıcak beni kurtaracak bilemiyorum. Yalnızlık sıcak bi şey değil, onu çok iyi biliyorum.
Geçen hafta tam da şu satırları yazdığım sırada yanımdan gitti, artık yok. Yani var ama, yok. Üzücü ama gerçek, ne yapalım?
Şimdi arkadaşlarla daha fazla zaman geçirilecek, onlarla da güzel anlar paylaşılacak, mutlu yaşamaya devam edilecek. Mutlu olmaktan başka yapacak bir şey yok. Yani var ama, yok.
Wednesday, February 24, 2010
Ankara, bu kez güzel Ankara.
Seyahatlerde her ile özel yazmayı düşünmüyordum aslında. Bunu yazacak ne vaktim vardı, ne de bu kadar yazma isteğim. Ama güzel bir Ankara seyahati geçirince yazmadan edemedim.
Aslında o kadar ufak bir seyahat oldu ki, çok geç saatte otele gelebildik, ben bu saatten sonra kimse aranmaz diye düşünürken Ağaçevdekiperim'den mesaj geldi, uyumamıştı vee hemen kollarıma geldi.
O kadar çok özlemişim ki onu ve birlikte oturmak, konuşmak o kadar iyi geldi ki.. Yoga'dan bahsetti, sevgilisi T'den, arkadaşlarından :) bir kısmını tanıdığım için o kadar iyi geldiki, tanıdıklarımdan haber almak, acayip tatlı tatlı tüm enerjisini akıttı, beni kendime getirdi. Sanki ben hep Ankara'daydım, hep onlarlaydım, hep vardım gibi, çok mutlu oldum, çok sevindim kendime geldim. Yoga'dan bahsetti, o kadar tatlı anlattı ki, hemen ben de başlamak istiyorum yogaya. Sonra eğitimi bitipte uzman olunca o beni çalıştırcak zaten.
Ertesi gün, yine işlerden boğulduktan sonra kardeşimin IKEA paketini bırakmak üzere OdTÜ'deydik. Bizi karşılayan ve birbirinden yakışıklı Sefa, Çağkan ile güzeller güzeli Özge, Aslı, bir de canım kardeşim (:P) Müge ile birlikteydik. Tabi bizim bitmek bilmeyen telefon ve mail trafiği sebebiyle doğru dürüst sohbet edemeden ve ufak bir krizi ayakta karşılamaya çalışmam sebebiyle apar topar otele dönmek zorunda kaldık. Ama hepsine bayıldım, Sefa ile Özge'den İstanbul'da da görüşcez diye söz aldım, Aslı zaten yıllardır bizimle beraber, Çağkan'da bana Adanayı gezdircek :)
Bu kez Ankara'yı bir sevdim ben, pek bir şey görmediğim için mi, yoksa doyamadığım için mi bilmiyorum ama en yakın zamanda bir daha gitmek istiyorum. Hem Çağkan söz verdi, onda kalabilirmişim, Ayşecim'de Odtü'ye yakın...
Bu kez uğrayamadım ama bir dahakine Mandalina'ya da uğrayacağım. E daha ne isterim?
Yılların Ankara'sı bu kez beni gençleştirdi, enerjimi yerine getirdi.
Wednesday, February 10, 2010
Gün doğmadan, deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola...*
Havalar ne kadar soğudu, soğuğu çok seven ben bile donuyorum bu aralar... Yok yook, donmaktan değil, yoğunluktan yazamıyorum. Çok uzun zamandır, bu kadar uzun süre üstüste günün doğuşunu izlememiştim, şimdi yakalıyorum ve çok erken başlıyorum güne, geç bitiriyorum. Yeni kitaplar biriktiriyorum, her aya adadığım birinci kitapları bitirmekte bile zorlanıyorum.
Rejimi kaçırıyorum. Asuman Hanım, hayatında kendine ayırdığın özel başka bir anın olmadığı için zevki yemekten alıyorsun dedi, çok doğru.
Asuman Hanım'la çok yakın çalışıyoruz, onu çok seviyorum ve kendisinden çok şey öğreniyorum. Bir sürü eğitim alıyorum, hatta bazılarını bir kaç kez. Faydalı ve keyifli geçiyor iş günleri bu sebepten.
FlashForward'a sardım. Hani şu dünyadaki herkesin 2 dakika 17 saniye geleceği gördüğünü anlatan dizi. İlk sezonu bitirmek üzereyim, devamı Martta yayınlancakmış, daha çok var, heyecanla bekliyorum.
Kayak sezonunu açtım haftasonu Uludağ'da. Kaymayı çok seviyorum, hala kar sapanından vazgeçemesem de, pistlerde fırtınalar estiriyorum.
Sevgililer Günü yaklaşıyor, bunun için en beğendiğim sözlerden birini yazıyorum size, tüm Beşiktaş'lı yalnızlara gelsin :)
"Başka sevgiler görmedi gözümüz, kutlu olsun Beşiktaş'ım sevgililer günümüz..."
Yine turneye çıkıyorum, gelince otellerden yine enleri seçicem.
Ankara, Adana, İzmir, Trabzon, Diyarbakır, Antalya... Birinde yakalayın beni.
* Hürriyet Doğru, Orhan Veli
Rejimi kaçırıyorum. Asuman Hanım, hayatında kendine ayırdığın özel başka bir anın olmadığı için zevki yemekten alıyorsun dedi, çok doğru.
Asuman Hanım'la çok yakın çalışıyoruz, onu çok seviyorum ve kendisinden çok şey öğreniyorum. Bir sürü eğitim alıyorum, hatta bazılarını bir kaç kez. Faydalı ve keyifli geçiyor iş günleri bu sebepten.
FlashForward'a sardım. Hani şu dünyadaki herkesin 2 dakika 17 saniye geleceği gördüğünü anlatan dizi. İlk sezonu bitirmek üzereyim, devamı Martta yayınlancakmış, daha çok var, heyecanla bekliyorum.
Kayak sezonunu açtım haftasonu Uludağ'da. Kaymayı çok seviyorum, hala kar sapanından vazgeçemesem de, pistlerde fırtınalar estiriyorum.
Sevgililer Günü yaklaşıyor, bunun için en beğendiğim sözlerden birini yazıyorum size, tüm Beşiktaş'lı yalnızlara gelsin :)
"Başka sevgiler görmedi gözümüz, kutlu olsun Beşiktaş'ım sevgililer günümüz..."
Yine turneye çıkıyorum, gelince otellerden yine enleri seçicem.
Ankara, Adana, İzmir, Trabzon, Diyarbakır, Antalya... Birinde yakalayın beni.
* Hürriyet Doğru, Orhan Veli
Labels:
Adana,
Ankara,
Antalya,
As eğitim,
Asuman Çetintürk,
beşiktaş,
Diyarbakır,
FlashForward,
İzmir,
Trabzon
Wednesday, January 27, 2010
Bu kez kendimi anlattım...
Haluk İlhan, yaklaşık 4 yıldır tanıdığım çok sevdiğim bir abim. Bir internet sitesi var. www.halukilhan.com
Burada bir çok kişiye kendi cümlelerinle, kendisini anlatma fırsatı tanıyor. Bu kez bana dedi, hadi anlat diye.. Ben tabi çok heycanlandım, düşündüm, taşındım, bu akşam konuk oldum sayfasına.. Bu kez düşüncelerim ya da yazdıklarım değil, kendim ve kısa bir özgeçmişimle bir yerdeyim. Paylaşmadan edemedim...
Friday, January 08, 2010
Habertürk'teyiz...
Tuesday, January 05, 2010
Basında Ben..
Bu ay bir kadın dergisinin, güzide bir konusunda görüş bildirdim :) Çok keyifliydi, ben çok eğlenerek yazdım, umarım siz de okurken eğlenirsiniz. Bu çok satan kadın dergilerimizden olan derginin hangisi olduğunu söylemicem, belki denk gelirsiniz diye, dergideki fotoğrafımı buradan da yayınlıyorum ki, karşılaştığınızda ben olduğuma emin olun diye.. Sevgiler,
Friday, January 01, 2010
Yahşi Batı
Yeni yılın ilk postunda yine bir sinema görüşü yazayım, gittikçe daha çok film üzerine konuşur oldum zaten, hayat üzerine cümlelerim kısaldı :)
Popüler filmleri ilk vizyona girdikleri günlerde izlemeyi seviyorum, çünkü sonradan üzerinde çok yazılıp, çizilince, hevesim kaçıyor, ilgim dağılıyor, izleyemiyorum. İşte bu sebepten hadi dedik, bugün izleyelim Cem Yılmaz'ın son filmini.
Ben Hokkabaz'ı çok beğenmiştim, sanki ondan sonraki filmleri hep birbirinin aynıymış gibi, Yani Gora'da Uzay'da, Arog'da ilk çağda, şimdi Western'de, bir sonrakinde Uzak Doğu'da.. vs.
Cem Yılmaz, durum komedilerinin adamı ve o olduğu için gişe yapıyor belki ama, daha konulu bişiler yapsa, çok daha iyi olacak.
Filmin en çok güldüğüm zamanı, temsili gösterinin ve Bir Apaçi Ağlıyor şiirinin okunduğu andır. Bunu da kayda geçeyim, anlatmayayım ki, izlemek isteyenler için tadı kaçmasın.
Filmde Demet Evgar'ı oldukça başarılı buldum ben, bir de arada markalara ince göndermeler var ki, sanırım bu güncelliğin yakalanmasını seviyorum.
Yine filmde gülümseten, kahkaha attıran anlar var tabi ama sinemada izlemeye değmeye bilir. Yine de Cem Yılmaz derseniz, siz bilirsiniz...
Popüler filmleri ilk vizyona girdikleri günlerde izlemeyi seviyorum, çünkü sonradan üzerinde çok yazılıp, çizilince, hevesim kaçıyor, ilgim dağılıyor, izleyemiyorum. İşte bu sebepten hadi dedik, bugün izleyelim Cem Yılmaz'ın son filmini.
Ben Hokkabaz'ı çok beğenmiştim, sanki ondan sonraki filmleri hep birbirinin aynıymış gibi, Yani Gora'da Uzay'da, Arog'da ilk çağda, şimdi Western'de, bir sonrakinde Uzak Doğu'da.. vs.
Cem Yılmaz, durum komedilerinin adamı ve o olduğu için gişe yapıyor belki ama, daha konulu bişiler yapsa, çok daha iyi olacak.
Filmin en çok güldüğüm zamanı, temsili gösterinin ve Bir Apaçi Ağlıyor şiirinin okunduğu andır. Bunu da kayda geçeyim, anlatmayayım ki, izlemek isteyenler için tadı kaçmasın.
Filmde Demet Evgar'ı oldukça başarılı buldum ben, bir de arada markalara ince göndermeler var ki, sanırım bu güncelliğin yakalanmasını seviyorum.
Yine filmde gülümseten, kahkaha attıran anlar var tabi ama sinemada izlemeye değmeye bilir. Yine de Cem Yılmaz derseniz, siz bilirsiniz...
Subscribe to:
Posts (Atom)